BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

Yıllarca ne çok boşluk biriktirmişiz içimizde!

        Bazı anlar bizi yıllar öncesine götürüverenbir fotoğraf karesi ile kimi zaman bir haber, bir türkü, bir ses, bir görüntü ile açılıverir önümüze. Derin bir özlemle ortaya çıkar bazıları hüzün dalgaları refakatinde.

        Gökhan Özcan’ın 10 Şubat Perşembe günü ‘Atsan Atılmaz’ başlığı altında topladığı ve artık birçoğunun doldurulmasına imkân kalmayan bu boşluklardan bazıları var ki bunlar her hatırlandığında yazarın ifadesiyle‘tatlılıkla gelip sonradan acılaşan, bir titreşim halinde usul usul bütün varlığımıza yayılan ince, incecik sızılarla’ ortaya çıktığı için gerçekten ibretlik, hazin…

        “İçimiz yerine bir şey koyamadığımız yitiklerle dolu... İçimiz uçmayı öğrenemeyen göçmen kuşlarla dolu... Öylece geride kalmışlığın çaresizliği ve sonsuz mahzunluğuyla... İçimiz nasıl söyleneceği bilinememiş çekingen sözlerle dolu... Ve onların pörsüyüp çürüyen fosilleriyle... İçimiz yeryüzüne çıkacak gediği bulamayan coşkun ırmaklarla dolu...”

         Bu duyguları yaklaşık on yıl önce (07 Ocak, 3013)yazdığım ‘Özlemek’ adlı yazımı yeniden okuyup söz konusu mekânda çekilen o günlere ait resimleri görünce bir kez daha yaşadım.

        “Doğup büyüdüğümüz diyarlardan uzaklaştığımızda oraların havasını, suyunu hele de insanlarını özlemek birçoğumuzun yaşadığı, alışık olduğumuz bir duygudur. Acıktığımız gibi susadığımız gibi özleriz de elimizde olmayarak.

        Geçen gün gittiğim köyümde muhtarlık binasının yanında, köylülerimin diline “Tahtalı Kahve” adıyla yerleşmiş bulunan mekânda o tatlı insanlarla kısacık beraberliğimizde hissettim bu duyguyu yeniden. Herkesi ve her yeri ne çok özlemişim!

Mekâna bu adı zeminindeki kaplamalardan dolayı vermişler. Sohbeti, muhabbeti seven bir müşteri grubu var buranın. Müşteri sözü lafın gelişi; çünkü hiçbirinin ticari bir faaliyeti yok. Bu sıcakkanlı insanlar, genellikle ikindi akşam arası birkaç saat oturup sohbet ettikleri mekânı ısıtmak için ihtiyaç duydukları yakıtı bile kendileri karşılıyorlar.

Nevzat kardeşle oraya ilk uğrayışımda iki duvarda bomboş duran; ama kitaplık için pek elverişli raflar dikkatimi çekmişti. Burada küçük bir kitaplık için her şey vardı; fakat tozlu raflarda ta 1929 yılında yayımlanmış olup meraklı okuyucusu tarafından bazı sayıları ciltlenmiş iki dergi ile birkaç perişan kitapçıktan başka bir şey göze çarpmıyordu.

        Hem üzülmüş, hem heyecanlanmıştım. Üzüntüm ilgisizliğimdendi. Evim şehirdeydi; bu köyde doğmuş, ilkokulu burada okumuştum. Annem, babam; dedem, ebem burada yaşayıp son yolculuklarına buradan çıkmışlardı. Okul yıllarımda bir tatilde köye gidemesem dayanılmaz bir azap duyardım. Birkaç aylık bir hasretten sonra köye kavuştuk mu da(öğrenci grubumuzla)  Pınar’dan başlayarak Asarlık’a, değirmenlerden Karşıyaka’ya kadar uğramadık yer, dokunmadık taş bırakmazdık.

        Sonra… Sonrası dinmeyen bir sızı benim için. Artık ara sıra uğrar olduğumuz bir yer olmuştu köy. Yıllarca her şeyinden yararlandığımız bu aziz yurda ben, biz ne verebilmiştik? Cevabı koca bir hiçti.

Heyecanlanışım, geç de olsa köyümün güzel, çalışkan ve kadirşinas insanlarıyla kaynaşabilmek için küçücük bir fırsatın karşımda duruyor oluşuydu. Evimde birçok kitap vardı. Bazıları okunmuş, bazısının kapağı bile açılmadan bir kolinin içinde veya bir dolapta yıllarca beklemişti. Buraya taşınsa hiç olmazsa istifade eden birkaç kişi olabilirdi. En azından esaretleri biterdi kitapların.

İkinci ziyaretime giderken biraz rahatlamıştım. Vardığımda yardıma hazır güzel insanlar vardı. Berber Gökhan kitapları taşımama, Yaşar ağabey rafların silinmesine, Nevzat kardeş düzenlemeye yardım etti. Köyümde gerçek anlamıyla bir kıraathane yani (okuma evi) için bir ikinci adım atılmıştı, ilk adım çalışkan muhtarımız Hasan Çalı’nın o güzel rafları Tahtalı’ya kazandırması olmuştu, ilgi gösterilmesi halinde arkasının geleceğine inanıyordum.

Şehre dönerken aklıma Cahit Külebi’nin çok sevdiğim “Yurdum” başlıklı şiirinin dizeleri geldi. Bu şiiri ne zaman hatırlasam kadrini layıkıyla bilemediğimiz memleketim gelir, burnumun direğinin sızladığını hissederim. Bazı mısraları özlemimi adeta ateşleyen bu şiiri sizlerle paylaşıyorum.

“1917 senesinde
Topraklarında doğmuşum.
Anamdan emdiğim süt
Çeşmenden tarlandan gelmiş.
Emmilerim hudutlarında
Senin için döğüşürken ölmüşler.
Kalelerin burcunda
Uçurtma uçurmuşum,
Çimmişim derelerinde.
Bir andız fidanı gibi büyümüşüm.
Topraklarının üstünde.

Koca koca kamyonlara binmişim.
Daha büyük şehirlerine
Okumaya gitmişim.

Kederlendiğim günler olmuş
Naçar dolaşmışım sokaklarında,
Sevinçli günlerim olmuş
Başım havalarda gezmişim.
Bağrımı açıp ılgıt ılgıt
Esen serin rüzgârlarına,
İlk defa kıyılarından
Denizi seyretmişim.
Issız çorak ovalarında
Günlerce yolculuk etmişim.

Ağladığım senin içindir
Güldüğüm senin için
Öpüp başıma koyduğum
Ekmek gibisin.”

İncesu’ya gidip de köyümüzün şirin mi şirin marketine uğrayanlar, vaktiniz olursa marketin bitişiğindeki mekâna da bakmayı unutmayın. Gün içinde oraya yolunuz düşerse orada sohbeti, muhabbeti seven insanlar ve kitap okuyabileceğiniz bir yer bulacaksınız. Eğer benim de bir katkım olsun, bir kitap da benden diyorsanız bundan ziyadesiyle kazançlı çıkacağınızı düşünebilirsiniz.”

 Öyle demişim; lakin aradan geçen onca yılın ardından görünen öncekilere eklenen yeni ve kocaman bir boşluk!

Birbirine eklenen anların toplamıysa hayat dediğimiz şey, anların hakkını vererek yaşamayı öğrenmedikçe bu döngüden kurtuluşa geçit yok.

Selamların en güzeliyle…

H. Halim Kartal/14 Şubat22

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.