BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

Ne zaman dışarıya çıksam acelem yoksa küçük bahçemizdeki ağaçlara, çiçeklere özellikle de yeni yaptığımız aşılarda bir kıpırtı olup olmadığına bakmadan gitmiyorum yahut ne zaman bir yerlerden gelsem içeriye girmeden aynı teftiş: Asmaların halleri pek iç açıcı değil gibi. Hele kayısı... Zavallı bu kış sağlam yemiş vurgunu. Sadece bir dalında açan yaprak o kadar az ki... Solunum cihazına bağlı şuuru kapalı yoğun bakım hastası gibi garibim.

Seydişehir’de bir mayıs ikindisi... Manzara, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bursa’da Zaman şiirinde resimlediği “Ovanın yeşili, göğün mavisi...” tasviriyle yarışır cinsten neredeyse. Torosların şimdilerde iyice doruklarına ve kuytularına çekilen karları tablonun olmazsa olmazı. Görünüm tıpkı Abdurrahim Karakoç’un “Ala kardır Binboğa’nın yücesi” mısraındaki gibi.   

  Torunumu ana okulundan alıp annesine teslim edince benim için akşam servisi bitmiş oluyor. Arabadan iner inmez önce bahçe elbette. Her zamanki adetimle ıhlamurdan ayvaya, erikten şeftaliye, kayısıya hepsine tek tek bakıyorum. Elma ağacın iki dalına yeni yaptığımız aşılara dalmışız ki karşı evin önünde yaşları birbirine yakın birkaç çocuk, birkaç kadından oluşan küçük bir grubun yaklaştığını fak ediyorum bizim mahallenin genel sessizliğine yabancı bir gürültüyle.

Çocuklardan ikisi denge tekerlekleri henüz sökülmemiş bisikletlerle eşlik ediyorlar bu küçük kafileye. Derken bahçemizdeki yer darlığından bir şekilde tel dışına çıkarılmış mor salkımlarıyla birkaç gündür geçenlerin dikkatini üzerinde toplayan erguvanın yanında durdular. Bir hışımla ve ne yazık ki hoyratça diyebileceğim bir şekilde ne var ne yok bütün çiçeklerini kopardılar. “Bana da bana da” diyen çocukların hepsine yetmiş miydi, bilmiyorum. Kendimi daha fazla tutamadım:

        “Bari bir tekini bıraksaydınız!” dememle irkilen biri: “Amca, sizin miydi? Bahçe dışında olunca biz sizin değil zannetmiştik.” demez mi? İşin içinde çocukları memnun etmek vardı ya, zararı yoktu. Gelecek baharda bir daha açardı çiçek dediğin. Geçip gittiler; lakin yüreğimin sızladığını hissettim gördüğümden çok duyduklarım için. Bir ağacın, bir çiçeğin bahçe içinde olmasıyla, dışında olması aynı olmuyordu işte. Bahçe dışında olunca sahipsizdi, garipti; böyle olanı da yok etmek bir haktı sanki. Bir çiçek nerede olursa olsun güzeldi; sevilmek, koklanmak için yaratılmıştı birkaç gün için. Nasıl bir anlayıştı bu?

        Öğrencilik yıllarımda arkadaşlarla vakit buldukça gezip dolaştığımız parklar, bahçeler geldi gözümün önüne. Buralarda ara ara değişik uyarı notları ilişirdi gözümüze: ‘Çiçekler dalında güzeldir.’ gibi felsefi bir derinlik ve duruş taşırdı kimi, kimi de şiir biçiminde olurdu daha çok: ‘Dokunmayın çiçeklere/ Yazık olur emeklere!’, bazıları da ‘Lütfen çiçekleri koparmayınız! şeklinde yazılmış  dümdüz, sade uyarılardı. Orman içi piknik yerlerinde rastladığım uyarı yazıları yüreklere, vicdanlara seslendiği için daha vakur, daha babacan bir duruşla sanki daha etkileyici gibi gelirdi bana: “Ormanı bekçi değil, sevgi korur.”  Bak bu iyi düşünülmüş, derdim.

        Aslında işin sırrı burada değil miydi? Sevgi her şeyin başı değil miydi? Nihayet; hayatı, her şeyi anlamlı kılan, her şeyi güzelleştiren en bitimsiz güç, en ucuz; ama en değerli enerji sevgiden başka ne olabilirdi?

 

        Sevgi, sadece birazcık sevgi yeterdi yaşadığımız mekanları cennete dönüştürmek için. Ama olmuyordu işte. Bin kere de söylesen, her metreye bir uyarı levhası da diksen içten gelmedikçe, içinden kaynamadıkça değişen bir şey olmuyordu. Vahşi kapitalizmin ilkeleriyle şekillenmiş bir tüketim toplumunda her şeyi bir kullanımlık görmeyi içselleştirmiş bireylerdik. ‘Daha çok kazan, daha çok tüket!’ felsefesi ile büyüyordu çocuklarımız. Bir kasırga geçmişti sanki üzerimizden içimizdeki iyilik damarlarını kurutup yok etmişti sanki. Yarının bir önemi kalmamıştı nazarlarda, önemli olan anlık tatminler, dakikalık hazlardı.

        “Dağlar dağlar...” diye gürleyen sesiyle Barış Manço’yu hatırlıyorum nedense söz buraya gelmişken. Sahi, o şarkıda “Ellerimle büyüttüğüm, solar iken dirilttiğim / Çiçeğimi kopardın sen, ellere verdin” dediği içindi belki bu hatırlama. Bir yerden başlamaya gör, başladın mı neler, hatırlıyordu insan.

        Tevfik Fikret “Ferda” isimli şiirinde ‘vedia’ kelimesini kullanır. Ferda, yarın, vedia da  ‘emanet’ demek. Her şeyin bugünün gencine emanet olduğundan söz eder. Emanetler iyi korunmazsa yarın birilerinin çıkıp hesap soracağını dile getirir, insana yakışanın sorumluluk bilinciyle hareket etmek olduğunu vurgular her mısraında:

  “Demi

 “Ferda senin!” dedim, beni alkışladın; hayır,

        Bir şey senin değil, sana ferda vediadır;

        Her şey vediadır sana, ey genç, unutma ki

        Senden de bir hesap arar ati-i müşteki.”

        Emanet bilincinin gönüllü emektarları olalım.                                                                                                                      

 

        Emek emek büyüttüğümüz çiçeklerimiz çabuk solmasın, gün görmeden hoyrat eller tarafından koparılmasın diyorsak çiçeklerle beraber sevgi de ekelim, onların daha çok sevgiyle büyüdüğünü anlatalım çevremize yaparak-yaşayarak yöntemiyle. Anlatabilmenin en etkili yolu neyse ve nasılsa onunla.  

      

        Selamların en güzeliyle...

 

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.