BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

O sabah evimden şehir merkezine giderken mahalleden bir genç de binmişti arabaya. YKS veya KPSS’ye hazırlanıyordu anladığım kadarıyla. Hareket eder etmez her zamanki âdetimle ‘Rabbi yessir…’ duasını okudum. Nasılsa soruverdim bu duanın anlamının ne olduğunu. Cevap gelmeyince tekrarladım. Belli kiduymamıştı. Dönüp bakınca ne dediğimi duymadığını söyledi ve nedenini açıkladı merakımı gidermek ister gibi:Cep telefonuna bağlı kulaklığı ile müzik dinliyormuş.

        Kulaklığını çıkarınca varacağı merkeze kadar konuştuk. Sorularıma verdiği cevaplarda mümkün olan en kısa yolu tercih ediyordu. Mesela ‘Bizim mahallede mi oturuyorsunuz?,‘Sınavlara hazırlanıyorsun her halde’, ‘Burada mı ineceksin?’ gibi sorularımın neredeyse hepsine bir tek kelimeyle karşılık vermişti: ‘Aynen!’ Çok kullanılınca şarkı bile yapılan bu kelime ile söylenmek istenen ‘Senin söylediğine katılıyorum’ mu demekti? Böyle ise ‘bir sıkıntı’, af edersiniz, mahzuru yoktu; ama çoğunlukla “Sen sus da ben dalıp gittiğim âlemde gezintiye devam edeyim.” Ya da “benim verebilecek bir cevabım yok.” anlamına geliyor veya aslında “düşünmek ve detaylı konuşmak istemiyorum” diyorlardıkestirmeden.

        Şöyle bir kulak verin çarşımızda, pazarımızda, sokağımızda konuşulan dile. ‘Dünyamızı daraltmak’ sözüyle ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Mesela şu ‘Sıkıntı yok!’ lafını kısa günde kaç defa duyduğunuzu bir düşünün. İngiliz anahtarı gibi her yere, her duruma uyuyor gibi uydurulmaya çalışıldığını fark edeceksiniz. Oysa bal bal demekle nasıl ağız tatlanmazsa ‘sıkıntı yok’ lafı da çok kullanıldığı halde bu aslında sıkıntıların azalışının değil artışının alametleri oluyordu çok defa.

        ‘Sıkıntı yok’ diyenlerimiz bu sözle ‘Sen canını sıkma!’, ‘Hallederiz amca!’, ‘Bir şeycik olmaz, sen içini ferah tut!’, ‘Özür dilemeni gerektirecek bir zararın olmadı, boşuna yorma kendini!, ‘senin canın sağ olsun!’… gibi yığınla şey söylemiş oluyor; lakin bunların hepsi aynı olmadığı için dil evini daralttıkça daraltıyor, küçücük bir evrene hapsediyordu aslında kendilerini.

Bir olayın, bir olgunun ortaya çıkışını bir tek nedene bağlayarak açıklamak doğru olmaz. Birbiriyle doğrudan veya dolaylı bağlantıları olan birçok olaya bakmak gerekebilir sağlıklı bir açıklama yapabilmek için.

Kadim hastalığımız tembelliğimiz, kendimizi akıntıya bırakıvermemiz, yeterince düşünüp akletmeyi sıkıcı bularak bunlardan uzak durmamız, fazla önemsemediğimiz için en uygun sözü bularak cevap vermeyi o kadar gerekli görmememiz, kısa mesaj kısaltmaları vb. adına ne derseniz deyin, dil yönünden kendi ellerimizle bile isteye dünyamızı daralttığımızı ve giderek kendi zindanımızı hazırladığımızı gözlemliyorum.

Heidegger  “Dil düşüncenin veya varlığın evidir” demişti. Evin genişliğini veya darlığını belirleyen temel ölçüyü kullandığımız kelimelerin azlığı veya çokluğunda gören bir yaklaşımdı bu. Yani dilimizin sınırları aynı zamanda dünyamızın da sınırlarıydı.

Milli bir miras olarak dün atalarımızın, bugünse bizim konuştuğumuz Türkçemize karşı önemli bir görevimiz vardı oysa. O da onu konuşmak, gelişmesine ve zenginleşmesine katkıda bulunmak ve her türlü istiladan uzak tutmaktı. Çünkü dil ancak konuşularak, kullanılarak ve zenginleştirilerek korunabilirdi, modaya uygun olsun diye kendimizi birkaç kelimeye mahkûm ederek değil.

Bazıları da Alman filozof Heidegger’in dil tanımınabiraz daha zengin bir yorum getirerek ”Dil, medeniyetin ve kültürün vatanıdır” şeklinde bir çıkarım yapmışlardır. Dilimiz medeniyetimizin evi ve vatanıdır. Kültürel, sosyal, manevi mirasımız dilimizin koruması altında olduğu için Vatansız bir millet ne demekse, dilini koruyamamış bir millet de o demek değil mi?

Dünyamızı daraltmak demekle anlatmak istediğim büyük bir zenginlik içindeyken buna bigâne olarak yokluk içinde yaşamaya çalışmak, daha fenası böyle yaşamayı benimseyebilmekti. “Bu dil benim ağzımda annemin sütüdür” diyenşair Yahya Kemal’in mantığıyla bakarsak mamayı ana sütüne tercih etmekti. Hangi mama tutabilir ki anne sütünün yerini?

Asırlardır kıtalardan kıtalara gürül gürül akıp gelmiş nehirler gibiydi Türkçemiz. Nice zenginlikleri taşıyıp durmuştu uğradığı bütün diyarlara cömertçe. O bizim ‘ses bayrağımız’dı Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi. Ay yıldızlı bayrağımız neyse Türkçemiz de oydu.

Geçen hafta bir televizyonda ‘Türkçenin Karanlık Günleri’ adlı bir programda konuşan Yavuz BahadıroğluHeidegger’in yukarıda bahsi geçen sözünden hareketle ‘Evimizden çıktık, kiradayız’ demiş ve sözünü özlem dolu şu temenni ile noktalamıştı: ‘Evimize geri dönelim!’

Evimize geri dönmek…

Evimize geri dönmek, Yunus Emre’ye, Karacoğlan’a; Fuzuli’ye Baki’ye; Yahya Kemal’e, Mehmet Akif’e, Tevfik Fikret’e, Nazım Hikmet’e, Sezai Karakoç’a, İsmet Özel’e edebiyat ve sanat dünyamızda bıraktıkları hoş seda kubbemizde yankılanan kim varsa hepsine kulak vermekti. Bir arı gibi her çiçekten tat aramaktı.

Bu güzel çağrıya kulak vermek gerektiğine yürekten inanıyorum.

Selamların en güzeliyle…

H. Halim Kartal 02 Ekim 2020

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.