Özellikle Suğla Gölü etrafındaki yerleşim bölgelerinde kulaktan kulağa dolaşan “Arvan Gâvuru” ve “Belme” hikâyelerini mutlaka duymuşunuzdur… Duymayanlar içinse sizlerle paylaşma fırsatı doğdu bugün…
Hafta sonunu değerlendirdiğim Tınastepe Dağı ve Çatmakaya Köyü’nü çevreleyen yükseltiler beni bu hikâyeyi kulaktan dolmada olsa, araştırma ve sizlerle paylaşmaya yöneltti.
Hititler döneminde olması muhtemel bir zamanda, Çatmakaya Köyü’nün bulunduğu yerde, altın işlemeciliği yapılırmış. Burada Arvana (Arvan Gâvuru) isminde bir de altın işletmecisi bulunduğu belgelerde mevcuttur.
Anlatılan hikâyeye ait yazılı bir belgenin olmaması ve yanılgılara da sebebiyet vermemek için bendeniz de duyduğum kadar ile yoruma da kaçmadan bu hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
O dönemde Arvan Gavuru Bölgesi’nde bir kıtlık yaşanmış. İnsanlar bu bölgede yiyecek bulmakta zorlanırlarken, yine bu bölgeye çok yakın olan bir yerleşke olan Yalıhüyük’te ise yaşayanlar ise böyle bir sorunla karşı karşıya değillermiş.
Arvana Bölgesi’nde altın işletmeciliği yapan ve bu yörenin kralı olan şahıs, bölgesinde yaşanan kıtlık sebebi ile, işlediği çuvallar dolusu altını bir kervan şeklinde Suğla Gölü nün doğusunda bulunan Yalıhüyük’te çiftçilik yapan şahısa, tahıl ile değiştirilmek üzere göndermiş.
Aynı gün içerisinde Yalıhüyük’e ulaşan altın taşıyıcılar, Arvana Bölgesi’ndeki gıda kıtlığından söz edip “kralımız, getirdiğimiz bu altınları buğday ile değiştirmemizi istedi…” diyerek sebebi ziyaretlerini çiftçiye aktarmışlar. Ancak Yalıhüyük’lü çiftçi; “altın nedir, ne işe yarar?” bu konulardan bihaberdir… Kendisine getirilen altınlara bakar ve sorar;
“Nedir bunlar ?”
Arvana’lı altın taşıyıcısı izah eder: “Altın, madenlerin en kıymetlisidir. Bir gramı şu kadar para eder. Bundan; küpe, yüzük, gerdanlık, bilezik gibi değerli takı eşyaları yapılır, bunun yanı sıra para olarak da kullanılır ve dünyanın her yerinde de geçerlidir” der.
Çiftçi konuyu pek anlamaz ve altın taşıyıcısına dönüp sorar: “İyi o zaman, dünyanın her yerinde geçerli ise bizim ahırdaki hayvanlara bir verelim bakalım yiyecekler mi?” diye altının bir kısmını hayvanların batmalarına (hatıl) döker. Fakat hayvanlar bir kez koklarlar ve kafalarını diğer yana çeviriverirler.Aynı şekilde kapının önündeki itlere verir onlarda yüzüne bakmaz..
Çiftçi de tam bu noktada lafı yapıştırıverir: “Ata verdim at yemedi, ite verdim it yemedi. Bu altınlar olsa olsa sizin karnınızı doyururlar, bizim işimize yaramaz. Götürün bunu bana gönderene., Ben hayvanların bile beğenip yemediği şeye karşılık zırnık bile bir şey veremem. Bu dediklerimi de gidin kralınıza böylece anlatın” diyerek, kervanı geldikleri gibi gerisin geriye gönderiverir.
Belme …
Bugün bile kalıntılarına rastladığımız gerçek bir hikayenin mekanı; Belme…
Doğal hayatın bakir olduğu, henüz insanlar tarafından kirletilmediği, yer altı ve yer üstü sularının aynı yerde buluştuğu dönemler… Her yerden çağlayanların dökülüp, şalelerin aktığı, düdenlerin suyu çekemediği Suğla’nın gerçek bir göl olduğu zamanlar…
Suğla Gölü’nde biriken bu sular, dağın böğründe yaşayan“Arvan Gavuru”nun yaşamını devam ettirebilmesi için, her yıl ekip diktiği yerlerden bir türlü çekilip gitmiyor. Gitse de zamansız gidiyor, toprağın ekilip dikilmesine zaman bırakmıyor.
Altın çok ama yağ balığından başkaca da yiyecek bir şey yok. Yalıhüyük’ten altın karşılığı buğday da alamayınca; hizmetçiler, aile, hatta hayvanlar bile aç…
Dağda ekim alanı yok ki ekesin. Her yer ormanlık, taşlık, kayalık…
Ürettiği altınların karın doyurucu bir yanı da yok…”Tuttuğun altın olsa ne yazar?”
Ekim yapabileceği toprakların tamamı sular altında. Tek çare kalıyor o da; suyun önünü kesmek… Suyun geldiği buruna bir duvarı set şeklinde yapılacak ve Suğla’yı beseleyen suyun akmasını engelleyecek ve problemi de çözmüş olacak.
Altın kralı; “ölüm nedir?”, “ahiret nasıl bir şeydir?” bilmiyor.
Ustalarını, işçilerini hizmetçilerini topluyor ve; “burayı, şuradan şuraya kadar böleceğiz. Tez malzemeyi hazırlayın! Balta değmemiş ormanlardan, ardıç ağaçları kesin getirin! Duvar için taşları işleyin, helikleri toplayın!” diye emrini veriyor.
Bugün ki adı ile Belme inşaatına böylelikle başlanıyor. Aylar ayları, yıllar yılları kovalıyor ve inşaat belli bir noktaya geliyor. Kölelerin başında Kral’ın civan gibi oğlu işi takip ediyor.
“Çalışın ustalarım! Taş getir, helik getir, ağaç getir!”diye feyli figan bağırıp çağırıyor.
Bir çok köle; taşların, ağaçların altında kalarak yaşama veda ediyor ama Belme inşaatı bir türlü bitmek bilmiyor.
Kral ara sıra gelip çalışmaları kontrol ediyor.
Sona yaklaşılırken Kral’ın, kendisinden sonra malına mülküne, tacına tahtına, servetine, altınlarına sahip çıkacak olan biricik oğlu da çalışma alanında ölen köleler gibi kaza geçirip ölüyor.
Kral’a ölüm haberini ulaştırıyorlar.
“Ölüm nedir?” bilmeyen, hiç ölmeyeceğini zanneden Kral Arvan Gavuru oğlunun ölüm haberi üzerine; “ ben oldum bin yaş, oğlum oldu hamtraş… Ölüm olduğunu bilseydim koymazdım taş üstüne taş ” diyerek Belme inşaatını sonlandırıyor. Kral, oğlunun ölümü ile ölümün ne olduğunu öğrenmiş oluyor ve çok geçmeden kendisi de ölüyor…
Belme denilen o bölge ise, insanlığa bir miras, dilden dile dolaşan bir efsane olarak bugüne kadar geliyor…
Pazar günü, Seydişehir’in dağcıları olarak, efsanelerin yaşandığı bu bölgeye kuş bakışı bakan Tınaztepe Dağları’na tırmandık. Hala bu bölgede o medeniyetin kalıntılarını görmek mümkün… 1900 m. rakımlı bu bölgede nasıl bir yaşam sürdürülmüş olduğunu kafamda hala çözebilmiş değilim.
Ne olursa olsun, koskoca bir medeniyeti yok olan Arvan Gavuru’nun sözü kulağa küpe olacak cinsten…
“Ben oldum bin yaş,
Oğlum oldu ham traş…
Ölüm olduğunu bilseydim;
Koymazdım taş üstüne taş”
Yöremizin bir hatırlatması ile son verelim mitolojik hikâyemize.
“Ölüm var hacı, ölüm var!”
(*) Yazının içinde geçen Arvan Gavuru Belme’ile ilgili anlatılanlar sadece büyüklerden dinlediğim şeylerdir.. konuyla alakalı elimize ulaşan herhangi bir belge yoktur…