BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

!9. Milli Eğitim Şurası’nda alınan tavsiye kararları ile başlayan Osmanlıca tartışmaları var gücüyle devam ediyor. Liselerde okutulsun mu okutulmasın mı? Siyasetimizin hükümet kanadı okutulmasını isterken muhalefetimiz ‘istemezük’ diyor. Gazetelerde boy boy yazılar, ekranlarda lehte ve aleyhte konuşmalar, değerlendirmeler böyle günlerce sürüp gider de vatandaş konuya bigane kalır mı?

Aslına bakılırsa bu tartışma, bu ülkede doğup büyümüş insanlar; dedelerinin 1928’den önceki izlerini, eserlerini, isimlerini tanısın mı tanımasın mı demek kadar saçmaydı.

Geçen akşam bir arkadaşta oturuyoruz. Ev sahibi dostum, sıcak gündemin hatırlatmasıyla olacak, annesinin hüviyet cüzdanını getirdi. Cüzdan, halkımızın Osmanlıca dediği Arap harfleriyle yani 1928’den önce kullanılan alfabe ile düzenlenmişti ve Türkçeydi elbette; lakin memurun el yazısında harfler Kur’an’ı rahatça okuyanlarımızın kolayca tanıyabileceği netlikte değildi. Okumaya çalıştık. Hüviyet sahibesinin doğum tarihi Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonrasını gösteriyordu; yalnız bir yerde takılmıştık. Vatandaşın baba adında Hacı’dan başka ikinci bir kelime daha vardı ve bu ikinci ismi bir türlü okuyamıyorduk.

Şükür ki dostumun annesi hayattaydı, telefon edip sordu: “Mehmet guzum, Mehmet!” dedi telefondaki ses…

 Dondum adeta. Koca koca üniversiteleri bitirmiş onca yıl kamu görevi yapmış iki kişi  çok değil seksen sekiz yıl önce yazılmış bir ismi okuyamamıştık işte. İlk okul bile görmemiş, yakın bir köyde altı ay kurs görmüş babam için 28 öncesine ait metinleri ve özellikle el yazmalarının envaını okumak çocuk oyuncağıydı. Kendi adıma utandım. Ne yazık ki gerçek buydu. Dedelerimizin hüviyet cüzdanlarındaki isimlerini okuyamıyorduk. Yüz yıl önce savaşmaya gittikleri cephelerden dönmeyen  Mehmetleri Ahmetleri tanıyamamaktan daha kötü olanı, bıraktıkları eserlerdeki isimlerini okuyamamaktı her halde.

        Eve geldiğimde gazetelerde gündeme dair yazılanlara bakarken yıllar önce okuttuğumuz ders kitaplarından birinde gezi-anı türü örnekleri olarak yer verilen Falih Rıfkı Atay’ın bir yazısındaki savaş hattından dönenlere perişan bir annenin sorduğu şu soru geldi aklıma da içim burkuldu:

    “ - Ahmet'i mi gördün mü?”

Yazar, 1. Dünya Savaşı biterken yaveri olarak yakınında bulunduğu Cemal Paşa ile Suriye-Filistin bölgesinden her şeyi arkalarında bırakarak Anadolu’ya dönerlerken yaşadıklarını, görüp hissettiklerini anlatır acı acı:

 

 

... Karargahın içinde: "Kudüs düştü!" sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut'a Şam'a Halep'e göz yaşlarımızı hazırlamak lazımdı.

Artık yalnız Anadolu'yu ve İstanbul'u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine Allahaısmarladık.

Eşyamı ve kağıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam'dan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul'da istifa edecektir.

Tren giderken iki tarafımıza Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız, Beyrutsuz ve Halepsiz öz can ve ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.

Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:

- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.

Keşke vazifesi oralarda olsaydı... Keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi...

- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır.

Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve emniyetsizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:

- Benim Ahmet'i, gördünüz mü?, diyor.

Hangi Ahmet'i, yüz bin Ahmet'in hangisini?

Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:

- Bu tarafa gitmişti, diyor.

O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı?

Ahmet'imi buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmet'ini görsen, onu da benim kadar yabancı bulacaksın: Gözünün ışığı sönmüş, çukur yanağı kemiğine batmış, omuzu göçmüş. Ona da soracaksın:

- Ahmet'i mi gördün mü?

Hayır... Hiç birimiz Ahmet'ini görmedik. Fakat Ahmet'in, her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.

Şimdi Anadolu'ya batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgarlar bozgunu haykırarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor.

Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi ondan Anadolu'dan utanır gibi hepsi İstanbul'a doğru perdelerini kapamış, muşambalarını indirmiş, lambalarını söndürmüş, gizli ve çabuk geçiyor.

Anadolu, Ahmet'ini soruyor. Ahmet o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmet, şimdi onun pahasına kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.

Ahmet'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bu anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmet'i kumarda kaybettik.!”

        Biz yalnız Ahmed’i kaybetsek kumarda iyiydi; lakin Ahmed’i kaybettikten bir süre sonra isimlerini ve izlerini de kaybetmiştik.

 

        Osmanlıca dersleri bir şekilde kaybettiğimiz Ahmetlerimizin Mehmetlerimizin hiç olmazsa isimlerini ve izlerini bulmamıza vesile olabilir.

 

Bırakın arayalım!

 

        Selamların en güzeliyle…

 

        H. Halim Kartal             

                                                    11. Aralık 14  

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.