BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

Dünyaya açılan gerçek penceremiz dilimizdir aslında. Gönüldeki sözümüzü en iyi onunla ifade ederiz çünkü. Gönülden gönüle en sağlam ve en kısa köprüler dil köprüleridir.

         İnsanlar dilleriyle sevilir. Her toplumda en çok sevilenler bu köprüleri en iyi kullananlardır bir bakıma. Sözüyle, sazıyla bizim de içimizden geçeni anlatıverenlere “Dillerine kurban!” deriz. Şiiriyle, şarkısıyla veya konuşmasıyla gönül tellerimizi titrettikleri için takdir hislerimizi en çok bu deyimle belirttiğimiz binlercesinin emeği vardır üzerimizde.

         Yüz yıllar boyu dil tarlasını ekip biçenler arasında Yunus Emre’den Neşet Ertaş’a unutulmaz güller yetiştirenlerdir dillerine kurban olduklarımız bana göre. Onlardır milletin gönlünde yıkılmaz tahtlar kurmuş bu yüce gönüllü sevdalılar…

        Onlardan biri ünlü hikâyecimiz Refik Halit Karay’dır benim için. “Ayşegül” adıyla Türkçe kitaplarına konulan şu enfes metni birçoğumuzun hafızasında tazeliğini korumaktadır.

         Okulların açıldığı gün ders kitaplarından bahsederken o metindeki konuşmayı, yazarın Ayşegül’den aldığı cevaplardaki isimleri hatırladım. Sıcaktan bunaldığım bir anda yazarın Ayşegül’le konuştuğu pınarın başındaymışım gibi bir serinlik yayıldı içime           

“…İşte Bilân sırtlarında, çamlar altındayım. Benim altımda da bin metre aşağıda İskenderun ovasıyla İskenderun kasabası soluk almağa mecalsiz, güneş al­tında dümdüz yatıyor. Serinlik, gölgelik içinden o kızgın yerle­re hayretle bakıyorum. Ben o kadar rahatım, öyle okşayıcı, hu­zur ve saadet verici tatlı rüzgâr karşısındayım ki gözle görünen bir yerde sıcaktan bunalmış, sıtmadan kavrulmuş ve güneşten usanmış adamların mevcudiyetine inanamıyorum. Aşağısı ba­na bahar içindeki bir bahçeden Afrika çöllerinde geçen bir se­yahat romanı okuyormuşum gibi çok uzak, çok korkunç, takat yarı yalan gibi görünüyor.


         Bilân'ın cenup sırtları çok ağaçlıklı, çok sulak, çok mey­veli ve serin... İşte bir pınar başındayım; oluğun altına bir se­pet iri, olgun, renkli şeftali oymuşlar. Başı yemenili, saçlan iki örgü, ayağı takunyalı sarışın bir köylü kızı bana sordu : 

        — Yer misin amca? 

        Aldım. Buz gibi derisi, ısırırken dudaklarımı yaktı; ezdik­çe ağzıma serinlik, râyiha, usare doluyor; buna biraz da çamla­rın teneffüsü karışıyor. Ah ne güzel meyve... Bana şeftali ikram edene baktım: Ne güzel kız! 

        — Yavrum şu görünen köyün adı nedir?

        — Müftüler.

        — Daha ötede neresi vardır?

        — Nergislik.

        — Ya bu suya ne derler?

        — Zerdali Oluk.

        — Şu yukardaki dağ?

        — Kınalı Tepe.

        — Şu yol nereye gider?

        — Derebahçe'ye.

       Ne güzel isimler! Lübnan portakal, turunç, hurma ve muz memleketiydi. Burası bana daha aşina meyveler diyarı: Şeftaliler, erikler, kızılcıklar etrafımı kaplıyor. Çiçekleri de öyle. Hep bildiğim şeyler: Nergisler, kınalar, küpeler ve yıldızlar... Sonra her evin pencerelerinde Müslüman ve fakir meskenlerin âdeta yarı mukaddes bir yeşilliği olan fesleğenler, fesleğen sak­sıları...

       -Kızım o basma taktığın kırmızı çiçeğin adını bilir misin? 

       — Bilirim: Kadife.

       — Bu su kenarında açan yeşil şeyler?

      — İnci çiçeği.

      — Ya senin adın nedir?

      Utandı; kısaca, usulca:

      — Ayşegül, dedi.

      Burada meyveler, çiçekler, ağaçlar, isimler, hepsi, her şey güzel, tertemiz ve güzel. Ya Ayşegül? Hepsinden daha gü/el. Küçük Türk kızı isimlerinin üzerimde ne hoş tesiri vardır: Zeh­ra'lara, Hatice'lere, Fatma'lara, Şerife'lere karşı yakınlık duya­rım. Ayşegül takunyalarını sürterek kadife ve inci çiçekleri ara­sında kaybolurken mütehassirane arkasından baktım. Sevdiğimin ismi imiş gibi içimden şöyle söyleniyorum : 

       — Küçük Ayşegül, cici, şirin, şen Ayşegül, güzel Ayşegül!

       Milliyet muhabbetini insan sade gazete sayfalarında, meclis salonlarında, ikbal mevkilerinde veya harp meydanla­rında değil, böyle bir mini mini isimde ve bir küçük köylü kızı­nın yüzünde okuduğu zamandır ki duygusunun derinliğini gö­rüyor ve yüreğinin sızısını duyuyor.”

         Gel de bu dile kurban olma!

         Sokağımızdaki, meclisimizdeki, medyamızdaki dile bakınca Avni Anıl’ın Kürdilihicazkâr şarkısında anlattığı kurumuş topraklara döndüğümüzü düşünüyorum; öyle unutulmuş, öyle yoksun.

        Güzel bir söze, sahtelikten külliyen uzak tatlı bir bakışa hasretiz. Bizim de şarkıda dile getirildiği gibi ağlamaklı, mahzun dualara ihtiyacımız var sanki rahmete kavuşmak için.

         Selamların en güzeliyle… 

                                                       30 Eylül, 2017

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.