Sabahın erken saatleri… Yakınlarımdan birinin doktor kontrolü için Konya’ya gidiyoruz. Yol boyunca yağmurlu geçen mayıslarda adeta coşan yok hayır, çıldıran bitki örtüsünün Allah’ın arzını cennete dönüştüren güzelliklerini seyrederek girdik hastane bahçesine.
Yaz tatili yaklaşırken mayıs sabahları ne güzeldir! İğde çiçekleriyle hanımelleri o güzelim kokularını seher yeliyle ta uzaklara ulaştırmak üzere kıyasıya bir yarış başlatmışlardır. Onlar yarışsa da şimdi göz alıcılıkta hükümranlık güllerdedir. Her biri bir vazoyu dolduracak irilikte kırmızı güller, sarı güller, pembe güller, mor güller ve ille de her evin bahçe kapısında bir taç olan sarmaşık gülleri… Bir süre sonra ıhlamurlar şenlikte yerlerini almaya hazırlanıyor gibiler. Her yer cennetten bir parça… Gel de anma “Ovanın yeşili, göğün mavisi” diyen Bursa’da Zaman şairi Tanpınar’ı şimdi.
Oldukça geniş ve ferah bir bekleme salonundayız. Bizden önce gelen birkaç kişi var. Yadırganacak bir sükûnet… Tetkikler erken başladı. Her gelişinde bizim hastaya eşlik eden refakatçisi her şeyi iyice ezber ettiğinden bana pek bir iş düşmüyor. Öyle olunca çantamda bir süredir bekleyen kitabımı çıkardım: Kemal Sayar’ın ‘Ölmeden Önce Bir Hayat Vardır’ isimli eseri. Açtığım sayfada gözüme çarpan başlık ilgimi çekmeye yetmişti: “Aşk İle Ben’i Seyretmek”... Bu ben’i seyretme isteğiyle yazıyı çabucak okudum.
Yazar, günümüzde adeta bir çılgınlığa dönüşen bir hastalığımızı anlatmaya çalışmış. Adına selfie (özçekim) dediği bu hastalığın tedavisini de söylemiş sağ olsun.Bireyin kendini teşhir ederken yakalandığı, kendini seyrederken alemi unuttuğu bu hastalığa yazının bir yerinde ‘selfie sendromu’ diyor.
Önemli… Çünkü bu ‘ne var bunda, ne olmuş?’ denilerek geçiştirilecek dahası yok sayılacak bir şey değil. Nitekim gazeteler özçekim yaparken uçurumdan yuvarlanan, denize düşen, kaza yapan buna benzer nedenlerle hayatlarını kaybeden insanların haberlerini yazmıştır.
Kemal Sayar,“Bizi kendimizden başkasıyla ilgilenmekten alıkoyan bu çılgınlık hastalık değil de nedir?” diye soruyor haklı olarak.
Yazar bir tatil kaçamağında fark etmenin şaşkınlığını yaşadığını söylüyor bu selfie çılgınlığının ulaştığı salgından. Durumu da ‘bana ne?’ diyemeyeceğimiz şu cümlelerle seriyor gözlerimizin önüne: “Her kapı önünde, her sokak başında, her panoramik manzaranın kıyısında, karşılarındaki güzelliği doya doya içlerine çekeceklerine, fotoğrafta çıkmanın hazzına mağlup olan insanlar. Dünyaya gözlerimizi kapayarak ve kulaklarımızı tıkayarak ne kadar iyi hissedebiliriz? Görmek değil de göstermek arzusu.”
Bu durumun ‘benliğin bir yanılsama olarak inşa edilmesi’ olduğunu belirten yazar, bunun ne sebeple icra edildiğini de belirtiyor: “Bakın ben neredeyim? Nerelere gittim, hangi yemekleri tattım, hangi otellerde kaldım? İnsan daimi bir gurbette ama şifasını yanlış yerlerde arıyor. Bu toprağın bilgeleri aşk ile anı seyrediyordu, bugün aşk ile ‘ben’i seyrediyoruz. Kendimizi seyretmelere doyamıyoruz.
Kendimizle o kadar sarhoşuz ki başka insanların yiyip içtiklerimizle, gittiğimiz tatille, çocuğumuzun doğum günüyle ilgileneceklerini sanıyoruz. Kendimize aşırı odaklanmak, hem çevremizdeki insanları sarih bir biçimde görmemizi engelliyor, hem de kendimizin gerçekte ne olduğunu fark edebilmemizin önünü tıkıyor. Kendimizi özel hissettiğimizde, kendimize dair farkındalığımız azalıyor. Çok da uzağa gitmemize gerek yok : Sosyal medyada yediklerini paylaşanlar, başka insanları kızdırabildiklerini çoğu zaman fark etmiyorlar bile.”
Netice?
Yazının finalinde hastalığı daha net görmemizi sağlayacak bir ayna tutuyor yüzlerimize konunun uzmanı:
“Muhteşem tatilimden bir kareyi Facebook sayfama koyduğumda neyi murat ediyor olabilirim? Yapmak istediğim şey nedir? Kendimizle ilgili bir bilgiyi paylaştığımız çoğu zaman, aslında kendimizi takdim etmenin hazzını yaşıyoruz. Hır gürün hiç eksik olmadığı kimi evlerdeki karı kocalar, başkalarının yanındayken birbirlerine ‘balım, hayatım, aşkım’ demeyi pek sever ya, hani dostlar alışverişte görsün misali. Galiba sosyal medyada da kendimizi olmak istediğimiz biçimlerde takdim etmenin hazzını yaşıyoruz.
İnsan en çok kendisinden saklanır. En çok kendisine yalan söyler, kendisini kandırır. Birine bir yüzünü gösterir diğerine ötekini, sonra hangi yüzün gerçek olduğunu şaşırır. Şişmiş bir özgüven kendi kendimizi fark etmemizin önüne geçer, bizi bir seraplar âleminde hayallere zebun eder. Hayaller âleminden gerçeğe uyanmak için şimdi reçetemize geldik: Önce, tevazu. Mükemmel değiliz, birçok zayıflığımız var. Mütevazı olmadan bunları fark edemeyiz. Hayatta başardığımız her şey bizim zekâmız ve yeteneğimizle gerçekleşmedi, Allah yardım etti, başka insanlar omuz verdi. Başka insanların fikir, tavsiye ve eleştirilerine açık olalım. Bilmediğimizi söyleyelim, başkaları bizden daha iyi bildiğinde takdir edip onları dinleyelim. Reçetemiz sürüyor: Madem zayıflıklarımız var, kendimizi olduğumuz gibi kabullenmekten ar etmeyelim. Kendimizi geliştirelim evet ama olduğumuz hali görmezden gelip olmak istediğimiz kişiyi oynamayalım. Ne isek o olalım. Gerçek, sahici insan olalım. Kusurlarımız var ve onları düzeltmeye çalışsak da onlar bizim bir parçamız. Kendimizi olduğumuz gibi kabul edelim, zinhar kandırmayalım.
Şu tavsiye hepimize gelsin:
“Kendinden başını kaldır dostum, bak Allah’ın yarattığı nice güzellik etrafında fır dönüyor. Onları kalbinin kadrajına al”
Hoşumuza gitmese de bize bizi en yalın biçimde gösteren gerçek aynalara ihtiyacımız var. Kemal Sayar’ın ‘Ölümden Önce Bir Hayat Vardır’ adlı eseri bana göre bu kabil aynalardan.
Ramazanımız hayırlı ve mübarek olsun.
Selamların en güzeliyle…