Haftada bir yazma işi zorluklarla doludur; çünkü bu süre içinde devran döner, hem de saatte 1666 km gibi inanılmaz bir hızla dönmesini sürdürürken köprülerin altından nice sular geçer; haliyle gündemler de jet hızıyla değişir. Bir sonraki yazı için oturduğunuzda bir önceki konuya temel teşkil eden atmosferden eser kalmamıştır.
Gündeme dair memleketimizde veya dünya üzerinde anlık gelişmelere göre ne zaman yazı konusu olabilecek bir noktaya odaklansam iki satır yazmadan eskimiş oluyor.
Bu nedenle bugün gündeme dair hiçbir şey yazmak gelmiyor içimden; çünkü hastayım. Kaç gündür evde nane, limon, ıhlamur, tarçın vs. uğraşıp duruyoruz günler geceler boyu. Hanım beni suçluyor; ‘hep sen getirdin bunu benim başıma’ deyip duruyor. Hafifler gibi oluyor; lakin bunun aldatıcı bir şey olduğu yeni bir dalga ile anlamakta gecikmiyoruz. Velhasıl pek bir inatçı çıktı bu defa gribimiz. Eskilerin ‘paçavra hastalığı’ dediklerini hatırlıyorum. Haklılarmış. Gerçekten de bir uğradı mı insanı paçavraya çevirmeden bırakmıyor yakasını.
Kaç gece uyuyamadım.
Şimdi nöbet eşimde…
‘Hastaneye gidelim’ teklifimi kaçıncı kez reddettiğini hatırlamıyorum.
Yediğimizin içtiğimizin tadını alamıyoruz.
Ihlamur, nane, limon- karanfil, zencefil, tarçın…
Evin havası iyice değişti.
Her şeyin başı sağlık…
Biz oturduğumuz yerde evire çevire bunları söyleyip dururken geçen gün haberler içinde bir haber, Gazzeli çocuğun haberi ile adeta irkildik.
Gazzeli çocuk elindeki kapla yemek kuyruğuna giriyor; lakin kendisine sıra gelmeden yemeğin bittiğini öğrenince geri dönüyor. Harabeler arasında uzaklaşmaya çalışırken çocuğun bize göre sıra dışı; fakat orada son derece normal hale gelen tepkisini kayda geçiriyor haberciler. Çocuk kahkahalar atarak elindeki boş kapla yürümeye devam ederken dudaklarından alev gibi şu cümle dökülüyor: “Ölüm hayattan daha merhametli!”
İrkildim, utandım, bir tuhaf oldu içim. Öylece kalakaldım ekran karşısında bir süre.
Evet, kaç gündür alışkanlıklarımızı alt üst edecek derecede hastaydık. Komşulardan ve çocuklarımızdan öğrendiğimize göre salgına benzer bir şeydi yaşadıklarımız; lakin Gazzeli çocuğa ölümün hayattan daha merhametli olduğunu söyleten hakikat karşısında anılmaya değer bir öneme sahip olabilir miydi her şeye bir tık kadar yakın olduğumuz sıcak köşelerimizde?
Her şeyi olduğu gibi şu hastalık konusunu da gereğinden fazla abartmaya meyyal bir tarafımızın olduğunu düşündüm. Memduh Şevket Esendal merhum, yıllar önce ‘Hasta’ hikâyesinde bu psikolojimizi doğrusu çok güzel karikatürize etmişti. İşte bu duygu ve düşüncelerle sözü edebiyatımızın özellikle hikâyecilikte çok değerli bu ustasına bırakıyorum:
Maliye Veznesi’nden Tevfik Efendi, banka önünde vezne arabasından inerken nasıl oldu ise ayak bileğini incitmiş, iki gündür hasta, evde yatıyor. Komşuları hatır sormaya geliyorlar. İki gündür evde yaşayış değişmiş, herkesten sıcak bir sevgi görüyor. Karısı, sanki o eski karısı değil, tanıdıkları eski tanıdıkları değil. Hepsi değişmişler, hepsinde, yalan da olsa tatlı bir sokulganlık, bir yaltaklık var. İki gündür; tavuk suyuna çorba pişiyor, ıhlamur kaynatılıyor, ayağını sadef yağı ile ovup üstüne sıcak tülbent koyuyorlar. Havacıva muşambası yapıp sarıyorlar. Komşular içinde öyleleri var ki sabahleyin işlerine giderken uğramışlardı, akşamüstü gene uğruyorlar. “Bize bir hizmet varsa yapalım.” diyorlar. Herkes, her şey tatlı, ılık, yumuşak!
Tevfik Efendi yatağa uzanmış, bu tatlı yaşayışı sanki yudum yudum içiyor, inleyerek, gözlerini bayıltarak nasıl düştüğünü anlatıyor:
“Innh, kaderde bu da varmış… Innh… Dedim ya olacak olduynan oluyor… Yer düz, güzel yaya kaldırım, bizim vezne arabası durdu, ben de indim. Düşmedim, kimse bana dokunmadı, atlar ürkmedi, araba kımıldamadı, dedim ya, hiç. Bu ayağımı yere koydum, vay efendim sen misin koyan! Nasıl anlatayım size… Sanki topuğum iki taş arasında ezildi. Innh, oraya yığılmışım. Herkes de ne oldu diye şaşırdı. Innh… Ne ise bizi oradan kaldırdılar, eczaneye. Ayak olmuş bir kütük! Ya acısı… Innh… Ayakkabıyı çıkaracak oldular, ben dokundurmuyorum ki adamlar çıkarsınlar. Neyse çıkardılar. O aralık açıkgözün biri de ayağımdan çıkan potini almış savuşmuş. Eczacılar o kadar aradılar, bulamadılar. Tek kunduranın da çalındığını yeni gördüm. Innh…”
“Canım, senin canın sağ olsun. Kunduranın lakırdısı mı olur!”
“Hay, hay. Uzatmayalım bizi arabaya koyup daireye götürdüler. Kim gördü ise şaştı. Innh…
İnanır mısınız belim, elim, kolum, ensem her yerim ağrıyor. Innh…”
“A, elbette! Sen bir ayak deyip geçme, bin bir damarı var. Her biri bir yana bağlı. Adamın budunda bir çıban çıkıyor da bir hafta baş ağrısından kurtulamıyor. Benim kendi başımdan geçti. Kolay mı? Neyse bununla geçmiş olsun. Damar damara binmiştir. Taze inek mayısı olsa da sıcak sıcak üstüne vurulsa, birebirdir. Yahut çiğ bal sürmeli. Üstüne de bolca karabiber kirli yapağı sarmalı. İki günde ne varsa çeker, alır.”
Yoklayıcıları ile konuştukça Tevfik Efendi açılıyor, inlemesi kesiliyor, artık gözlerini süzmesi,burnundan soluması kalmıyor. Kahveler içiliyor, konuşuluyor; sonra misafirler giderken Tevfik Efendi yeniden hasta. İnliyor, göz süzüyor, burnundan soluyarak konuşuyordu.
“Innh, eksik olmayınız, size de rahatsızlık oldu… Innh…”
Yataktan doğrulmak ister, arkadaşları bırakmazlar, selamlaşırlar, çıkıp giderler. Tevfik Efendi yeniden yumuşak yatağa uzanır.
Biraz sonra karısı gelir:
“Nasılsın? Biraz rahat ettin mi? İstersen tülbendi gene ıslatalım. Şahver Hanım, erkek incir yaprağı, diyor. İşletir, uhunetini alır, diyor.”
“Bilmem, sen bilirsin! Hem zonkluyor hem ateş gibi yanıyor. Yorgan bile ağır geliyor. Ne zor şeymiş…”
“Geçer, bir şeyciğin kalmaz inşallah!” Yorgan açılır, ayağın yanına bir yastık konur, gene yorgan örtülür. Biraz sonra bacanağı gelir. Tevfik Efendi yeniden başlar:
“Innh… Dedim ya! Olacak olduynan oluyor!” … Yatak yumuşak, oda ılık, yaşayış tatlı, herkes sevimli, yalnız ne kadar yazık ki çok sürmüyor! On gün sonra gelen giden seyrekleşti. Karısı da tavuk suyuna çorbayı pişirmez oldu:
“Sen pek gayretsiz oldun. İnan olsun ben senden daha hastayım. Yatsam, yatacağım. Bak bugün gene başım çatlıyor, ayakta zorla geziyorum.” demeye başladı.
Tevfik Efendi’nin bileğinde şişlik kalmamışsa da daha ağrısı varmış. Bir sargı, üstüne bir çorap, daha üstüne de bir terlik, eline de bir baston aldı, sokağa çıktı. Haber alamamış, alıp da gelememiş olanlar rasgeldikçe soruyor, o da nazlarını yapıyor, anlatıyor, kırıtıyor, dinleyenler de:
“Vah vah, geçmiş olsun, büyük kaza geçirmişsin.” diyorlardı.
Tevfik Efendi, eşe tanışa biraz da böylece nazlandıktan sonra bir gün kalemine gidip işine başladı.
Bütün arkadaşları:
“Acele ettin.” dediler. “Birkaç gün daha çıkmamalıydın.”
Dedi ki:
“Doğru söylüyorsunuz, bizim evden de çıkma, dediler, dediler ama doğrusu dayanamadım. Yatak güç… Çıktım işte!”
Durum böyleyken böyle!
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal/ 29 Ocak 2024