Ülkemde 31 Mayıs’tan beri iki dil konuşuluyor: Bir tarafta sevgi dili diğer tarafta nefret…
Nefret diliyle konuşup kakafoni yayanlar sevgi dilini ne yapsalar da bastıramayacaklar; çünkü nefretin dilini ve araçlarını kullananlar bağırıp çağırıyor; vurup kırma, yakıp yıkma yollarını deneyip kazan kaldırarak “İstemezük!” dediği sadrazamın veya padişahın kellesini almadan kışlasına dönmeyen ‘yeniçeri’ gibi davranışlar sergiliyorlar. Anlaşılıyor ki bu dil halkın dili değil, bu dil gönül dili değil. Sevgi diliyle konuşanlar ise tamamen sevgi dilini ve araçlarını kullandıkları için bu dil milletin gönül dünyasında karşılık buluyor; dünyanın bütün renklerini bir araya getiren “Festival” den doğal olarak memleket sathında milletin özlemini duyduğu bir bayram havası oluşuyor, gönüllere dalga dalga huzur ve yaşama sevinci yayılıyor.
Nefretin dilini ve araçlarını kullananlar, kökleri dışarıda yoz bir kültürün gürültü çıkarmaya, vurup kıymaya, yakıp yıkmaya, devirmeye, darbeye; beğenmediğini tamamen yok edip kendi bildiğini dayatmaya endeksli halet-i ruhiyyesiyle hareket ettikleri için harap ve bitap düşüyorlar; sevginin dili ve araçlarıyla konuşanlar sevmenin ve sevgilerine karşılık bulmanın verdiği yüksek moralle sel olup taşıyorlar; bizim renklerimizle, bizim seslerimizle, bizim bayrağımızla uyumlu güzellikler oluşturarak meydanlardan gönüllere yol buluyorlar.
Millet bir süre organize edilmiş gürültüye, şamataya çevirse de başını, oralardan yükselen sesler gönlünde karşılık bulmuyor. Bulmaz da; zorla güzellik olur mu? Çıkarılan gürültüye bakılırsa millete mi millet düşmanlarına mı hizmet ettiği konusunda ciddi şüpheler oluşturan ve zarara bakılırsa ortaya çıkışındaki masumiyeti çoktan uçup gitmiş eylemlerden yayılan nahoş seslere kulak verir mi?
Nitekim vermedi.
İşte bu sabah televizyonumu açtığımda nefretin diliyle ve araçlarıyla konuşanların seslerinin kısıldığını, sevginin diliyle konuşanların nağmelerinin giderek artığını fark ettim. Sevginin diliyle konuşanlar Anadulu’mun renklerine bürünüp asırlardır milletimin gönül dilini titreten seslerini terennüm ediyorlar. Bu sesi kakafoniyle bastırmak mümkün olabilir mi?
Olayları, olup bitenleri kılı kırk yaran bir dikkatle ve selim bir akılla değerlendirmek gerekiyor bu ülkede; çünkü bu ülkede artık iyi biliyoruz ki masum bir görüntü ile ortaya çıkan ve bir anda büyük bir öfke boşalmasına neden olan birçok olayın enkazı kaldırıldıktan çok sonra başka hesaplar için planlı biçimde tertip edilmiş organize işler olduğu anlaşılıyor.
Sahnenin önünde görünenler, yakın planda gördüklerimiz çoğu zaman yanıltıcı olabiliyor. Sahne arkasını göremiyoruz.
Mustafa İslamoğlu Hoca’nın yıllar önce yaptığı bir tespiti bu vesileyle dikkate değer buldum doğrusu. Hoca, “Kuklaya bakanın aklına şaşarım” başlığıyla dikkat çektiği bu değerlendirmesinde bakın ne diyor:
“Sözü dolandırmadan söyleyelim: Bu topraklar, dümenini batıdan yana kırdığından beri içerden yönetilmemektedir. Her şey bir gösteriden ibarettir ve halkın sahnenin dışında dönen dolapları fark etmemesi için elden gelen her tür "bilgisizleştirme" ve "saptırma" yöntemi çok alternatifli olarak devrede tutulmaktadır. Esasen, bu ülkede yabancılaşmış seçkinlerin gayr-ı meşru varlığını meşrulaştırma işlevi gören medyanın asli görevi de budur. Yani sünnetçinin çıngırağını sallamak ya da "cambaza bak!" nakaratını seslendirmek.” 29.11.1999
Cambazları sahneye çıkarıp “cambaza bak!” diyenlerin kullandıkları dilin ‘cazgırlık’ dili olduğunu dikkatleri bir an üzerlerine toplasalar da bu dille gönüllerde kalıcı bir yer bulamayacaklarını biliyoruz artık.
Biz; ortak değerlerimizden süzülüp gelen, kültürümüze ayna tutan ve ne zaman dinlesek gönül tellerimizi titreten türkülerimizdeki dile kulak vereceğiz.
Ve er geç sevginin dili, barış ve kardeşliğin dili galip gelecek. İnanıyorum buna.
Selamların en güzeliyle…