Tevekkül sözlükte güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek anlamlarına gelir. Terim olarak ise tevekküle bazı âlimler şu manayı vermişlerdir: “Hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve manevî sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak hiçbir şey kalmadıktan sonra, Allah’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah’a havale etmektir.” (Prof. Dr. A. Saim Kılavuz, Ana Hatlarıyla İslam Akaidi Ve Kelam’a Giriş, s. 176)
Tevekküle, Menâzilü’s-Sâirîn’in sahibi Hâce Abdullah El-Ensârî El-Herevî şöyle mana vermektedir kitabında: “Tevekkül bütün işleri sahibine havale etmek ve onun vekâletine güvenmek demektir.” Bazı ariflerde şöyle buyurmuşlardır: “Tevekkül, bedenin kul haline getirilmesi ve kalbin rububiyete bağlanmasıdır.” Yani bedendeki enerjinin Hakka itaat yolunda kullanılması ve ona bağlı kalması demektir. Bazıları da şöyle demişlerdir: “Allah’a tevekkül etmek, kulun bütün arzularını, yaratılmışlardan koparması ve onlardan kopup Hakka bağlanması demektir.” (Ruhullah el-Musavî el-Humeynî, Kırk Hadis Şerhi, c. 1, s. 276)
Tevekkül güvenmektir; sonunda bir hedef belirleyerek başladığı bir işte, kolunu sıvadığı bir işte çaba ve gayret, mücadele ve azim, eminlik ve kararlılık gösterirken yapmakta olduğu işin Allah’ın rızasını kazanmak için, ona bağlanmak için yaptığına ve karşılığında Allah’a yaklaşacağına güvenmektir.
Tevekkül dayanmaktır; sonunda bir hedefi belirleyerek başladığı bir işte, kolunu sıvazladığı bir işte mücadele ve çaba gösterirken Allah’a dayanmak, onun kendisiyle beraber olduğundan emin olmaktır.
Tevekkül işi başkasına havale etmektir; sonunda bir hedefi belirleyerek başladığı bir işte, kolunu sıvazladığı bir işte sebeplere sarılarak maddi ve manevi yapılacak bütün her şeyi yaptıktan sonra, gücünün son takatine kadar o işin arkasından gittikten sonra artık işi Kadir-i Mutlak’a bırakıvermek, olacak olan sonuçlara gönülden bir teslimiyetle teslim oluvermektir. Zaten Müslüman da teslim olan demek değil midir?
Toplum hayatında mana ve uygulanış (bil-fiil) bakımından tevekkülü üç kısma ayırabiliriz: Bunun birincisi şöyledir ki; muvahhit avam kesimi (Allah’ın bir olduğuna inanan topluluklar) Hak Teâlâ’yı bütün işlerin yaratıcısı ve bütün mevcudatın var edicisi olarak görürler fakat uluhiyyetin yetkilerine ve rububiyyetin kuşatıcılığına kail (aklı yatmış, inanmış) olmazlar. Bunlar kimi zaman “İşlerin takdir edicisi Allah’tır, her şey onun tasarrufu altındadır ve hiçbir varlık onun mukaddes iradesi olmaksızın var olamaz” demektedirler. Ama bunlar ne ilmen ne vicdanen ne imanen ve ne de şuhuden bu sözü bilerek söylerler. İşte bu kesim bahsetmeye çalıştığımız tevekkül makamına lafız ve iddia dışında sahip değillerdir. Bu sebeple de dünyevî işlerinin hatta yapıp ettiği tüm işlerinde tam olarak Hakka itimat etmemektedirler. Eğer bunlar kimi zaman Hakka yönelip ondan bir şeyler talep ediyorlarsa bu ya taklit yüzündendir ya da o anda aklını kullanarak ihtiyat ettiği bir durumdur. Bu eğilimleri onlara bir zarar getirmemekte hatta onların menfaatlerine olma ihtimali mevcut bir durumdur. Bu durumda onlarda tevekkülden bir eser vardır demektir.
Farz-ı misal; bir kimse arabayla seyir halinde iken bir anda arabanın kontrolünü kaybetse ve araba o yana bu yana savrulmaya başlasa ve o an çok feci bir kaza yapacağını anlasa. Bu kimse namaz konusunda hassasiyet gözetmeyen, insanlara karşı merhametli olmayan, Allah’ın sınırlarını apaçık bir şekilde çiğneyen, çoğu zaman zikrullahı hatırlamayan, yolu sebili’ş-şeytan olan, dini ilimleri, Allah’ı tanıtan bilgileri şimdiye kadar çokta öğrenmemiş birisi olsa bile o anda ölebileceği ihtimalleri aklında çok büyük yerler ettiği için hemen Allah’ı hatırlar, ondan yardım ister, ona dua eder, kendisini bu zor durumdan kurtarmasını ister. Ve bunlara bedel olarak da yaşamını Allah’ın istediği gibi şekillendireceğine, ancak ona kulluk edeceğine ve şirk koşmayacağına dair yeminler eder. Fakat Allah onu bu kazadan sağ salim kurtardıktan sonra yine bildiği gibi yaşamaya devam eder. O kaza anındaki etmiş olduğu harikulade duaları ihtiyat sebebiyle etmiştir. (Kur’an’dan benzer bir örnek için bkz. 29Ankebut/65)
Bir başka farz-ı misal; kendisini Müslüman olarak tanımlayan herkes mutlaka camilere gitmiş ve toplu yapılan dualara herkesle beraber âmin demiştir. Hâlbuki bu dualara âmin diyen insanların kaçı ilmen, imanen, vicdanen ve şuhuden âmin demiştir. O insanların kahir ekseriyeti Allah’ın el-Mucîb ismini bilmemektedirler, bilenlerin birçoğu da bu isme gerçek manada iman etmemektedir. Bu durumda bu duaya herkesin âmin demesi ancak taklitten ötürüdür.
Bu kesim insanlarda dünyevi işlerde çoğu zaman tevekkül etmedikleri gibi ahiret işlerinden de çok fazla dem vururlar. “Allah büyüktür” ve “Allah’ın fazlına tevekkül etmişiz” demekle ahiret derecelerini elde etmek isterler. Dünyevî hususları önemsedikleri için sürekli dünyevî işlerin peşinde koşmaktalar bu konuda mütevekkil olamamaktadırlar ve ahiret hususunda sürekli bahaneler üretmektedirler. Ahiret hususunda kimi zaman; Allah büyüktür (Allah kerimdir) derler. Kimi zaman da Hakka ve şefaatçilerin şefaatine güven duyduklarını ifade ederler. Oysa bunların laf olmaktan öte hiçbir anlamı ve gerçekliği yoktur.
İkinci kesim ise; ilim sayesinde mütevekkil olunulabileceğini savunan kesimdir. Bunlar delil veya nakil ile Hak Teâlâ’nın işlerin takdir edicisi, sebeplerin müsebbibi ve varlıkların müessiri olduğunu, kudretinin sınırsız olduğuna almış oldukları ilmin bir tezahürü olarak inanırlar. Onlar akıl boyutunda Hakka tevekkül ederler. Onlara göre tevekkülün kelime ve terim manaları nelerdir, tevekkül nasıl edilir bütün bunları bilerek, bir kişinin tevekkülü aklen ve naklen tamamlanmıştır demektir. Bundan dolayı kendilerini mütevekkil kabul ederler ve kendi açılarından tevekkülün nasıl olması gerektiğini delillere dayandırırlar. Ama yapıp ettikleri işlerde tevekkül eseri görülmez. Örneğin; bir kürsüde tevekkülü anlatan imam, sohbet halkasında tevekkülü anlatan hoca, müritlerine tevekkülü anlatan mürşit eğer meseleyi inanmanın ötesinden iman etme mertebesine ulaştıramamışsa bu insanların karşısındakilere doğru yolu göstermesi farz-ı muhaldir.
Üçüncü kesim ise; Hakkın varlık üzerindeki egemenliğini kalben idrak etmiş, kalpleri işlerin takdir edicisinin Hak Teâlâ olduğuna ve her şeyin egemen ve malikinin O olduğuna iman etmiş kimselerdir. Bunlar akıl kalemiyle gönül levhalarına tevekkül rüknünü yazmışlardır. Tevekkül makamının asıl sahipleridir bunlar. Çünkü bunlar eserlerin müessirinden, varlık aleminin mutlak sahibinden bîhaber kalmamışlar, araştırmışlar, öğrenmişlerdir. Ve öğrenmekle de kalmamışlar, öğrendikleriyle amel etmişler, kalplerine bunu nakşetmişler, hayatlarına böylelikle yön vermişler, hayatlarında Hak Teâlâ’ya her türlü durumda tam bir teslimiyet göstermişler; üzerlerine düşen görevi en güzel ve tam bir şekilde yapmaya çalışmışlar ve bu konuda işin tam yapılması için gerekli olan bütün sebeplere başvurmuşlar ve gerisini Allah’a havale edivermişlerdir. Yani bu insanlar yaşamlarında tam bir tevekkül içerisinde olmuşlar, gerçek mütevekkil bunlar olmuşlardır. Bunlar hasat zamanında bol ürün alabilmek için ne gerekiyorsa yapmasını bilmişlerdir. Sadece tarlaya buğdayı ekmekle kalmamışlar sulamasını, gübrelemesini, ilaçlamasını, doğal ve dolaylı dış etkenlerden korunması için ne gerekiyorsa yapmışlardır. Ve bunları yaptıklarında da ukalalık yapıp ben bu kadarlık çalıştım, mücadele ettim, koşturdum neden şu kadar bir karşılık alıyormuşum da demezler, Allah ne vermişse mütevazı bir şekilde onu kabul ederler.
Bunlar hem insanlara bildikleri kadarını anlatmışlar, öğretmişler, muhatabını ihya edebilmek için gecelerini gündüzlerine katmışlar, sürekli bir mücadele içerisinde olmuşlar hem de bu konuda biraz gayret gösterip, ben üzerime düşeni yaptım benden bu kadar, deyip sonrada mücadelelerine bir ara ya da son verivermemişlerdir. Her an kul olduklarını ve her an kulluk etmeleri gerektiği bilinciyle hareket etmişler kulluğa yönelmişler ve kalpleri hep rububiyyete bağlı kalmış yaptıkları işten emin olmuşlardır. Nitekim başta aktarmış olduğumuz o ârif de tevekkülü, bedenin kulluğa yönelmesi ve kalbin rububiyyete bağlanması olarak tarif etmemiş miydi?
Şunu da unutmamalıyız ki tevekkül kesinlikle pasifliğin, durağanlığın, gayretsizliğin, her şeyi akışına bırakıvermişliğin manası değildir. Aksine tevekkül; çalışkanlığın, güç, hareket ve etkinliğin itici gücüdür. Başlanılan bir işte en iyi sonucu elde edebilmek için bütün imkânları seferber etmek ve yapacağını yaptıktan sonra mütevazı bir şekilde olup biten olaylara boyun eğmek, katlanmak, şükür ve hamd etmektir.
Tevekkülü çalışkanlığın, güç, hareket ve etkinliğin itici gücü olarak değerlendiren Ashab-ı Kiram, bu anlayış sayesinde daha İslam’ın ilk yüzyılı bitmeden bu dini bir dünya ve milletler dini haline getirmeyi, kıtaları ve gönülleri fethetmeyi başarmışlar ve bizlere de çok önemli örneklikler teşkil etmişlerdir.
Selam ve dualarım ile…
Muvaffakiyet sadece Allah’ın yardımı ile mümkündür.

