Tanınma ve kabul edilme bazen uzun bir süreç içerisinde gerçekleşir. Bu dönemde başkalarının sizin için neler söylediği önemlidir. Uzun bir süre etrafa göz kulak kesilir bütün dikkatinizi çevreden gelecek seslere verirsiniz! Esasen bu kınanılacak bir durum değildir. Ancak buna gereğinden fazla önem verilirse bazı arızalara kapı açılır. Bunların en başında kendi dünyamıza yabancı isimlerin, hizmet hakkında söylediklerine, hak ettiklerinden daha çok değer vermek gelir. Kendi camialarında başarısız sıradan tipler cemaat arasında bu sayede kolayca itibarlı bir konum elde ederler.
Bu tespite Nur hareketinin tarihi açısından bakıldığında ilginç hatıraların var olduğu saklı değildir. Bir tarihte gazeteci Çetin Özek, nur talebeleri arasına karışmış bir ay kadar Anadolu?da dolaştıktan sonra ?ben nurcuyum? diye kendini ihbar etmiş, sonra da bunu gazetesinde manşet yapmıştı. İlhan Soysal?ın, Cemal Kutay?ın benzer hatıraları vardı. Günümüzde liberallerin genel olarak Müslüman camianın kendi aydınlarından daha fazla itibar görmeleri benzer bir arızanın eseridir.
Bu girişi yapmamın sebebi sözü Üstad?ın hayatı ile ilgili son çalışmalara getirmek. Sözün başında hemen olumsuz algılara yol açacak bir giriş yapmak belki doğru olamaya bilir. Ancak bu giriş genel tespitleri içerir. Özel olarak bu gün ele alacağım Zaman İçinde Bediüzzaman ile ilgili değildir.
Geriye doğru bir gönderme yapmak gerekirse birkaç yıl önce ?Yeni Tarihçe-i Hayat? isimli bir kitap yayınladım. Kitabın ismi yayıncı kurnazlığıydı. Ben dosyayı ?İmam Bediüzzaman?ın Hayatı ve Davası? olarak teslim etmiştim. İsim kurnazlığından kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu.
Kitabın hazırlanma öyküsü de ismi gibi bir yayıncı kazasıydı. Zira camianın Üstad?ın hayatı hakkında kıskanç olduğu, camia içinden hiç kimsenin böyle haddini aşan işlerin içine girmesinin hoş karşılanmadığı bilinmeyen bir durum değildi. Ne var ki kader bizi bu noktaya sürükledi.
Muhterem bir ağabeyimiz hicret ettiği kendi vatandaşları arasına yıllar sonra geri dönmüş, onların iman ve Kuran hizmetine aşırı derecede ihtiyaçları olduğunu görünce büyük bir gayret ve himmetle Küçük Sözleri ve daha başka birkaç küçük risaleyi Arnavutça?ya çevirmişti. Bu hizmetin ardından ?bu eserlerin sahibi kim?? sorusu sık sık gündeme geldiği için bir tarihçe hazırlanması ihtiyacı ortaya çıktı. Konuyu birlikte istişare ettiğimiz günlerde Arnavutça tarihçe için kendisine yardımcı olacak bir dosya hazırlama görevi bana verildi. Bunu seve seve kabul ettim. Çünki kendisinin yetersiz imkanlarla katlandığı fedakarlık cidden takdire şayandı.
Sözü uzatmadan bir yıllık yoğun bir çalışma sonrasında Avrupa insanının bilimsel hassasiyetlerini de dikkate alarak bir dosya hazırladım.
Takib ettiğim esas basitti. Üstadın hayatını adım adım kendi eserlerinden takib edecek, bir nevi otobiyografi hazırlayacaktım. Ara boşluklar da daha önce bu konuda değerli çalışmalar yapmış camia içinden bazı abilerin eserlerinden tamamlanacaktı. Ayrıca Nur mesleğinin ana esasları eserlerden alıntılar suretinde bölümler arasında dağıtılacaktı.
Bu bence doğru bir yöntemdi. Biyografi eserlerinde şahsın kendi ifadeleri en önemli ve en doğru kaynaklardı. Aksi kesin delillerle ispat edilmedikçe bunların doğru kabul edilmesi genel geçer bir yöntemdi.
Hazırladığım dosya ne kadar dikkate alındı bilemiyorum (Arnavutça bilmediğim için bunu test etme imkanım yok) ama Arnavutça tarihçe hazırlandı ve basıldı. Daha sonra yayın evi kitabın Türkçe baskısını yapma teklifini getirdi. Buna hayır demem için ortada bir sebep yoktu. Buna rağmen uzun bir süre kendimi suçlu hissettim. Zira cemaatin refleksleri beklenildiği gibiydi.
Geriye dönük bu bilgiyi kendimi savunma gayesi ile vermedim. Yukarıda adı geçen kitapta olayların ele alınışındaki ?temel yöntemin? arızalarına işaret etme fırsatı vereceği için bunları aktarma ihtiyacı hissettim.
Zaman İçinde Bediüzzaman, olayları aktarırken işin başından kitabın sonuna kadar bir tartışma zemini aramak, sürekli ret ve inkar üzerinden kendi yargılarına kapı açmak, ama bunu yaparken kendi iddialarını ispat zorunluluğu taşımamak gibi üslubu takip etmiş.
Sözün burasında böyle bir yazı yazarak kendilerine tartışma fırsatı verme endişesini taşımadığımı söylersem doğru olmaz! Ancak eserin on kadar yerinde isim zikrederek sözde yanlış tespitlerime atıfta bulunmaları, bu hataların kendilerine ait olduğunu belirtme zorunluluğu doğurmuştur.
Bunların tamamının tek bir yazıda ele alınması oldukça uzun olur. Fırsat bulabilirsem birkaç bölüm içerisinde önemli gördüğüm noktaları okuyucu ile paylaşmayı düşünüyorum.
Yazar yada yazar/lar, cihan harbi öncesinde bir dizi uydurma olayı Üstadın hayatına eklediğimiz iddiasındadırlar. Savaş dönemi anlatıları ile ilgili kurulan cümle şöyle:
?ı. Dünya savaşı başında hazırlanan cihat fetvasının hazırlanmasına katılmaktan, Teşkilat-ı Mahsusa adına Trablusgarp yolculuğuna çıkmasına kadar geniş bir veriler demetinden beslenmektedir (Şahiner, 2004; Tetiker-Balcı, 2003; Mardin, 1992; Edip, 1990; Weld, 2006). Teşkilat-ı Mahsusa üyeliği, Trablusgarp yolculuğu, cihat fetvasanın hazırlanması gibi gerçekliği olmayan iddialar bu çalışmanın dışındadır.? (bu alıntının dipnotu: İddia sahipleri ele gelir veriler sunmuş olsalardı bu veriler elbette değerlendirilebilirdi. Bu iddiaların tamamı dedi demiş, Cemal Kutay tarihçiliğinin örnekleri olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır..) (s. 214)
Adı geçen olayların varlığı yada yokluğu henüz bir takım iddialardan öteye geçmemektedir. Ancak ben bu olayların hiç birine eserimde yer vermiş değilim. Kronolojik seyir içerisinde Medresetüzzehra çalışmalarından sonra cihan harbine intikal etmişim. Kitabımda Cemal Kutay?ın ismi sadece Üstad hakkında hazırlanan eserler arasında geçmektedir. Görüldüğü gibi bu iddialarla ilişkilendirilmem kasıtlı bir yaklaşımdır.
Sayfanın devamında yazar / lar, ispatlamak zorunda olmadıkları inkarlarını sürdürmekte, yine bir takım ispatlanamayan olaylara yer verdiğimi daha açık bir şekilde ileri sürmektedir.
?Tetiker-Balcı (2003; 124), "(...) Bediüzzaman, Van'dan sıcak, çarpışmaların yaşandığı Erzurum'a gitti. Üçüncü Ordu'ya vaiz tayin edilmişti. Harbin başladığı ilk günden itibaren cephede bulunan Bediüzzaman, daha sonra Başkumandan Enver Paşa tarafından milis kuvvetlerini organize etmekle görevlendirildi." anlatımında olduğu gibi doğrulanamayan olayların gerçekte oturduğu zemin anlaşılmaya çalışılacaktır.?
Bunlar birer iddia değil kesin belgelerle ortaya konmuş gerçeklerdir. Ancak ortada Ermeni- Kürt ilişkisi içerisinde Bediüzzaman?ı istedikleri yerde konumlandıramayan yazarların tarihi çarpıtma gayreti vardır.
İmam Bediüzzaman, ordu vaizi olarak tayin edilmiştir. Ancak sadece vaizlik yapmamıştır. O belki de işin resmi tarafını kotarmak için alınan bir tedbirdir. Zira böyle bir görev için ?niçin Bediüzzaman seçildi?? sorusu sorulursa herhalde verilecek cevap o çok iyi hoca olduğu için seçildi değildir. Doğru bir tahminle bu seçimin belirleyici sebebi, Üstad?ın Enver Paşa ile geliştirdiği çok özel ilişkilerde aranmalıdır.
İkinci bir husus cihan harbinin bir çok cephesi üzerinde yaptığım araştırmalarda ?tabur imamlarının en önde askeri hücuma kaldırması? hakkında çok sayıda yazılı emir gördüm. Yani dini sınıf cephede sadece nasihat etmez. Üstadın ifadeleri de benim yaklaşımımı doğrulamaktadır. Sözgelimi ?eski harb-i umumide Pasinler cephesinde şehid merhum Molla Habib'le beraber Rusya'ya hücum niyetiyle gidiyorduk. onların topçuları bir ... askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. tecrübe için dedim: "Molla Habib, ne dersin, ben bu gavurun güllesine gizlenmeyeceğim." o ... yakınımızda düştü. hıfz-ı ilahi bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib'e dedim: "haydi ileri! gavurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz" dedim.? (Emirdağ, 261)
Üstadın Pasinler cephesi dediği yer, harbin hemen başında Sarıkamış taarruzu sırasında bulunduğu cephedir. Bu cephede savaş 15 Ocak 1915?te bitmiş, Üstad Van?a dönmüştür. Hemen Nisan ayı başında Van?da Ermeni olayları başlamıştır. Bu olayların teferruatı bu köşeye sığmayacak kadar çoktur.
Ancak şu esası gözden kaçırmamalı. Hz. Peygamber de harb etmiş ve kılıç kullanmıştır. Kılıç kullanmakla birlikte savaş hukukunu gözetmiş, kadınların, çocukların, hastaların, eman dileyenlerin öldürülmemesini emretmiştir. Bu esasa göre Bediüzzaman, Ermeni çetecilerle ve Rus işgalcilerle gerektiği her zamanda savaşmış, ama savaş esnasında bahsi geçen savaş hukukunu uygulamıştır.
Milis kuvvetlerini organize etmekle görevlendirilmesi, orduya vaiz tayin edilmesiyle başlayan/gerçekleşen bir olaydır. Üstad kendisi tam 16 yerde ?birinci harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim? (Şualar 426) dediği gibi resmi pasaport evrakındaki kayıt ta aşağıdaki gibidir.
İsmi : Said Mirza Efendi
Rütbesi : Fahri kaymakam
Kıt'ası : Gönüllü Kürt Süvari Alayı
Tabiiyeti : Osmanlı
Seyahat mebdei : Sofya
Gideceği mahal : İstanbul (Dersaadet)
Sebeb-i seyahat : Esaretten avdet, 17 HAZİRAN 1918
Bütün bu öykünün hayal olması yada kendisine resmi bir görev verilmeden bu ünvanı kullanması mümkün değildir. Enver Paşa ile olan ilişki düzeyi bu iddianın delillerinden biridir. (Aradaki ilişkinin sıkılığını gösteren İşaratülicaz öyküsü bu bağlamda değerlendirile bilecek ayrı bir bahistir)
Ayrıca ben yukarıdaki olayların her üç kısmı ile ilgili belgeleri bu köşede okuyucu ile paylaştım. Bunları adı geçen yazarlar da görmüş ve kullanmışlar. Ama her nedense alıntılarda ismimi verme nezaketi göstermemişler. Bu elbette bir mesele değil, ama dönemle ilgili kullanılan birkaç belgede özellikle bir muhtereme- polemiğe dahil olmaması için ismini vermiyorum? çok sayıda teşekkür edilmesi yazar/ların bu konuda kasıtlı olarak seçici davrandıklarını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Esasında o belgelerin tamamı daha önce Köprü Dergisi?nin muhtelif sayılarında Selim Sönmez müstear adıyla sitemizin yazarlarından biri tarafından yayınlanmıştır.
Adı geçen kitap bir çok yerde Üstad?ın kendi ifadelerini sorgulamış, aksini ispat edecek yerde hiçbir müsbet delile dayanmadan kendi zannını doğru bir bilgi olarak okuyucuya sunmuştur. Kitapta bu iddiamın bir çok örneği var, ancak benim az önceki iddiamla da ilgili ilginç bir örnek şöyle:
Üstadın ilk İstanbul hayatında İstanbul?u terk etmesi karşılığında kendisine sukut rüşveti olarak verilen parayı reddettiği konusunu ele alan yazar/lar yine bildik üslupla bunu sorgulamışlar:
?Said-i Kürdî, ?Tevkifhanede iken Zaptiye Nazırı Şefik Paşa ile Muhaveremdir? adlı yazıda bu paranın İstanbul?dan ayrılması koşuluyla önerildiğini ve bu öneriyi reddettiğini yazmaktadır. Ancak gelişmeler sürecin başka türlü işlediğini düşündürmektedir. Böyle bir paranın ödenmesi için emir çıkarıldığı ve Zaptiye Nezaretinin Sadi-i Kürdi?nin bu parayı alarak İstanbul?dan ayrıldığını sandığını gösteren belgeler bulunmaktadır??
Ancak aynı dönemde benim bu sitede Üstadın verilen parayı reddettiğini gösteren belgeyi yayınlamam üzerine tevilli ifadeler sürdürülmüş, belgeyi alacak yerde yine isim vermeden sadece dipnotta böyle bir resmi yazının varlığından söz edilmiştir. (s. 114)
Bu alınganlığımı destekleyen üçüncü husus, yine bu köşede okuyucu ile paylaştığım, Bitlis müdafaasında Üstadın kurtardığı toplarla ilgili belge aynen alınmış, makele ve ismim yerine bu sefer kaynak olarak Risalehaber adres gösterilmiş, sadece okunmayan bir kelime ile ilgili olarak ismim verilmiş.(s. 257).
Bu konuyu tamamlarken; adı geçen şahısları tanımıyorum ve kendileri hakkında hiçbir ön yargım yok! Kendileri ile bir polemiğe girme niyetim de yok! Ancak tarihe taraf olursanız hiçbir hakikatı yakalama şansınız kalmaz. Sözgelimi yazar/lar ?resmi tarihçe yazarları? olarak niteledikleri bizler için ?Üstada Kayı boyundan bir soy icad edebileceğimiz? iddiasında bulunmaktadır. Bu iddianın vebalini söyleyenin vicdanına bırakıyorum. Ne varki aynı yazar/ların bir çok yerde ırkçı eğilimlerini akıllarının önüne geçirdiğini gösteren ifadeler var!.
Gözüne ırkçılık karası inmeyen bir insanın cihan harbi için ?her şeyden önce bu savaş Kürdlerin savaşı değildi? diyebilmesi mümkün değildir. Ermenilerin doğuda katlettikleri ifade edilen 500 bin insan, bölgenin nüfus ekseriyetine göre çoğunlukla Kürd değil midir? Rusların işgal ettikleri topraklarda Kürd halkının katliama tabi tutulduğu bir savaş kimin savaşıdır. Bu ifade en azından Cihan harbinde şehid düşen Kürdlere yapılmış bir haksızlıktır.
(Üstad?ın olayın ruhuna ne kadar nüfuz ettiğini gösteren bir tesbite işaretle yazıyı tamamlayayım. Üstad İkdam gazetesinde Şerif Paşa?ya yaptığı itirazda 500 bin şehid verdiklerini yazar. Hakikaten Arşiv kayıtları üzerinde uzun yıllar süren araştırmalarda 512 bin civarında sivil Müslümanın öldürüldüğü tespit edilmiştir)
(Yıllar önce Şerif Mardin?in yayınladığı kitapta da benzer bir problem vardı. Mardin ?Üstad?ın esasen Nakşi gelenek içerisinde yetiştiğini, ama ilerde kendine yeni bir yol açma düşüncesinde olduğu için Nakşiliğini gizleyip kendini ısrarla Kadiri göstermeye çalıştığını? ileri sürüyordu. Bunu eserin ilk bölümünde birkaç defa tekrarladığı için kitabı tamamlayamadan kapatmıştım. İşaret etmek gerekirse bu yeni çalışmada Tağ Medresesi?nin Kadiri geleneğe bağlı olduğu bilgisine rastladım. Böylece Şerif Mardin?in yanıldığı anlaşılmış oldu.)

