Alemin efendisi Faran dağlarından zuhur ettiğinde bütün insanları Allah?ın indirdiği bir nura çağırdı. Bütünüyle Nur ve rahmetti O?nunla gelen! O, rahmet peygamberiydi. Alemlere rahmet! Diri diri toprağa gömülen nazenin yavrular için rahmetti. Çarşı pazar alınıp satılan esir ve köleler için rahmet! Yaratılış cihetiyle kainata eş tutulan ve arzın halifesi olmaya layık görülen ancak düştüğü zillet içerisinde kendi eliyle yaptığı putlar önünde zavallılaşan ruhlar için rahmetti. Yetimler, yoksullar, ihtiyarlar, yolcular, mazlumlar için rahmet.
Nihayet getirdiği aşkla, dünyanın fenasından ürkmüş, ölümün ebedi idamından ciğerleri yanmış, ebedi ayrılıkların verdiği elemle dünyaları zindan olmuş, seven kalpler ve ebed ebed diye inleyen vicdanlar için rahmetti O
Sevmeyi anlatıyordu. Karşılık beklemeden! Bütün güzelliklerin kendisinden geldiği güzeli anlatıyordu. Ruhları maddenin, menfeatın, zilletin esaretinden kurtulmaya çağırıyor, kainatın satırlarını harf harf, ayet ayet okuyarak kainatın sahibini anlatıyordu.
Hiç kimseyi incitmemişti. İncitmeyecekti. Nur getirmişti O. Kardeşlik getirmişti. Ey mü?minler hepiniz kardeşsiniz diyordu.
Muhatapları söz çocuklarıydı. Analarından halis dil emerler, söz yerler, şiirle büyürlerdi. Bir söz için savaşırlar, bir söz ile barışırlardı. Evinde ekmek yapan kadın da dağda devesini otlatan çoban da sözün altınını bakırından ayıra bilecek kadar söze aşınaydı.
Kaleme ve kalemin mürekkebine yemin edecek olan vahyin sahibi bütün insanlığa sonsuza kadar ışık tutacak olan ilk nurda ?yaratan Rabbiyin adıyla Oku!? buyuruyordu.
Bütün nazarlar bu sese çevrildi. Yer ve gök ehli bütün Arap kavmi, o anda anladılar esasen bu söz insan sözü değildi. Ne şiire ne sihire benzemiyordu. Bu İbrahime, Musa?ya, İsa?ya gelen Nur?du! Bu Alemleri yaratan Rabbin kelamıydı.
Rahmetti O, söz kılıcını çekmişti. Bütün asırlara meydan okudu:
?Kulumuza indirdiğimiz Kuran'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sure meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka, güvendiklerinizi de yardıma çağırın.
Yapamazsanız, ki yapamayacaksınız, o halde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının.[1]
Senin için: "Onu uydurdu" diyorlar, öyle mi? De ki: " iddianızda samimi iseniz, onun surelerine benzer uydurma şeylerden de olsa on sure meydana getirin! Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de -yardıma- çağırın."[2]
?Bunu yapamazlarsa bilin ki Kuran, ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir.?
Nur bütün kalplere ve gönüllere aydınlık verirken, bozulmuş karakterleri icabı bazı kalplerin kokuşmasına yol açıyordu. Menfeatleri bozulanlar, başkasının emeği ile geçinmeyi alışkanlık haline getirenler, bozuk düzenin kirlenmiş saltanatını ellerinde tutanlar kararlıydılar. Teslim olmadılar. teslim olmayacaklardı.
Kendilerine gül uzatan ellere kılıç çektiler. Nur ve muhabbet emziren sözlerden düşmanlık zehirini içtiler.
Bedir ve Uhud geldi.
Gökten inen Nur, inananlara kendilerini savunma izni verdi. Nasipsizler ebediyyen kaybedecek, inananlar sınanacaktı. Öyle oldu kaybedenlerin vay haline! Geriye sadece bir esef bıraktılar. Kazananlarsa daha dünyada hiçbir faninin erişemeyeceği bir mutluluk elde ettiler. ?işte yarışanlar bunun için yarışsınlar? denilen türden bir mutluluk.
Ancak O rahmet, bu hep böyle sürsün istemiyordu. Her gülüşünden güller dökülen, attığı her adımda nurdan tomurcuklar biten, bir tek nazarına canlar, cananlar sebîl edilen, bütün yüreklerin eşiğinde ?fedake ümmî ve ebî? diye inledikleri Sevgili, En sevgili barış istiyordu. Onun ülkesi kalplerdi. Sadağını demirden, şimşir ağacından yapılmış oklarla değil, söz nurundan açılmış gül fidanları ile doldurmuştu. Kureyşin tarihe nam salacak yiğitlerini kalplerinden vuracaktı. O tahtını elmastan, zümrütten oyulmuş sütunlar üzerine değil, nurla yıkanmış, sevgiyle donanmış kalpler üzerine kuracaktı.
Öyle oldu Hudeybiye?ye geldi. Beyaz ihramlar giyinmiş, kurbanlık develeri sahraya salmıştı. Kendisine savaşı önerenlere karşı O, hayır barış diyordu. Görünüşte yapılan sulh mü?minlerin aleyhineydi.
?Hudeybiye sulhü ile maddî kılınç, geçici de olsa kınına konmuştu. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in şimşek gibi parlayan elmas kılıncı çıktı, kalbleri, akılları fethetti. Barış sebebi ile birbirlerinin aralarında kaynaşma oldu. İslamiyet?in güzelliği ve Kuran?ın nurları, inatlaşmaları ve aşiret taraftarlıklarını parça parça ettiler. Meselâ: Bir harb dahisi olan Hâlid b. Velid ve bir siyaset dahisi olan Amr b. Âs gibi, mağlubiyeti kabul etmeyen zâtlar, Hudeybiye sulhu ile cilvesini gösteren Kur'an?ın nuruna mağlup oldular. Tam bir bağlılıkla Medine?ye gelip İslamiyet?e teslim oldular? [3]
Sonra akın akın geldiler. Bu geliş ebediyyete kadar devam edecekti. Kalbin kıblesine, barış yurduna, merhametin kalbine akıp gelecekti insanlar, kervanlar O?na güzel söz taşıyacaktı asırlar boyu!
"O ravzasına çekildiğinde Kuran ahlakını emanet bıraktı ?sulh hayırlıdır? diyordu.
Dünya sulhu umumiyeye bu nurun gölgesinde kavuşabilirdi ama zamanın talihi buna müsait değildi. Güneşe uzaktan bakanlar onu söndürecebileceklerini düşünüyor çok defa kılıçla geliyorlardı. Kuran?ın esasen ideal olarak önermediği[4] ancak saldırıyı önlemek için izin verdiği kıtal, ?savaş- uzun asırlarda Allah?ın ismini yüceltmenin yegane yöntemi olarak kaldı. Çünki İnsanların tabiatlarında vahşet hakimdi.
"Sulh için harbe hazır olunmalıydı.
İslam?ın izzetini korumak için maddî cihadın bütün vasıtalarına sahip olmak Kuran?ın emriydi.
Zaman dönüyor ilahî takdir ağlarını örüyordu. Doğuda batmaya yüz tutan medeniyet güneşi, batıda doğmaya hazırlanıyordu.
Maddî cihadın vasıtaları hızlı bir şekilde değişiyordu. Ancak Müslümanlar bu gelişmelerden habersizdi. Seçenekleri yalnızca bire indirmişler, cihadı yalnızca, Allah yolunda ölmek olarak kabullenmişlerdi.
Yeni zamanın sahibi Şam Emeviye camisinden sesini yüseltti.
Ona göre İslamiyet güneşinin mazi kıtasını istila etmesinin önündeki engeller kalkıyordu. Ecnebilerde eskide bulunan cehalet, vahşet ve dinlerine olan taassupları bilgi çağı ve medeniyetin güzellikleri ile parçalanmaya başlamıştı.
Papazların ve ruhanî reislerin tahakkümleri ve Avrupa insanının körükörüne onları taklit etmeleri, insanlarda hürriyet fikrinin inkişafı ve hakikatı arama meylinin uyanması ile sona ermekteydi.
Bunların yanında İslam toplumunda yaygın hale gelen istibdatlar ve İslam ahlakına uymayan davranışlar hürriyetler asrında sona erecekti. Kötü ahlakın çirkin neticeleri herkesçe açık olarak görüleceği için İslamî hamiyet uyanacak toplum kendisini temizleyecekti. Bilimsel gelişmelerin İslamiyet?e aykırı olduğu yalanı da çoktan yıkılmaya başlamıştı. Bu durumda İslamiyet?in bütün insanlığı yeniden kucaklamasının önündeki engeller kalkacak, insanlık asırlardır özlediği barışa kavuşacaktı.
Yeni bir cihaddan söz ediyor, yeni bir barışa dem tutuyordu.
?Her bir müslüman Allah?ın ismini yüceltmek için çalışmakla görevlidir. Bu cihadın en büyük vasıtası maddî kalkınmanın sağlanmasıdır. Zira Avrupalılar fen bilimleri ve sanayi silâhiyle, bizi maddî ve manevî istibdat ve zulümleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san'at silâhiyle, İslamı yüceltmenin önündeki en müthiş düşmanlardan olan cehalet, fakirlik ve her türlü ayrılıkçı fikirlerle cihad edeceğiz.
Dış düşmanlarla yapılacak cihadı ise, yüce şeriatın parlak ve keskin delillerinden yapılma elmas kılıçlara havale edeceğiz; zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi zor kullanmak ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, düşmanlığa vaktimiz yoktur!...?[5]
Bu çağrı erken gelen bir çağrıydı. Kışta oturmuş baharın çiçeklerine alkış tutmadaydı. Oysa en dehşetli fırtınalar en sonra gelecek, ardı ardına gelen iki kasırga bütün insanlığı kökünden sarsacaktı. Çıkan yangında maddenin kör ettiği gözler, en öldürücü silahlarla insanlık ocağını yok edeceklerdi neredeyse. Fırtına geçtiğinde zalimler döktükleri masumların kanları ile başbaşa kaldılar.
Yeni bir Hudeybiye yaşandı. İmam çağrısını yeniledi.
Düşmanlığın vakti bitti. İki cihan harbi düşmanlığın ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı ortaya çıktı. Öyle ise, düşmanlarımızın kötülükleri -tecavüz olmamak şartıyla- sizi düşmanlığa sevk etmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî onlara kâfidir.
İmam ondört asır önce Hudeybiye?de çekilen söz kılıcına işaret ediyordu. ? Bütün insanlık ahir zamanda ilim ve fenlere koşacak, hüküm ve kuvvet, ilmin eline geçecektir. Fenlerin ve ilimlerin en parlağı olan belağat ?yerinde ikna edici söz söylemek ve ifade güzelliği? herkes tarafından takdir edilecektir. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek için, en keskin silâhını ifade güzelliğinden ve ikna edici sözlerden alacaktır.[6]
Bütün ilimlerde en yüce mevkiyi elinde tutan Kur?an, bütün insanlara rehberlik edecektir.
Hudeybiye imamı, Kuran?nın elmas kılıncına, işaret ediyordu. Bu kılıcın hedefinde gönüller vardı. Yüreklerinden yara alanlar, boyunlarını teslim olmak için uzatıyorlardı. Söz kılıcı çekilmişti Hudeybiye sulhü Arupa?dan Amerika?ya, Asya?dan Afrikay?a binlerce gönlün kapısını açtı.
Anadolu toprağına ekilen tohumlar meyveye durmuş Medine gülleri açıyordu artık. Ve kanatlıydı onlar. Birer birer uçup gittiler bilinmedik kıtalara. Binlerce onbinlerce kalbe yetişmek için!!!.
İmam?ın gösterdiği ufuklarda ?ümitvar olunuz şu istikbal karanlıkları içinde en yük sek gür sada İslam?ın sadası olacaktır? diyen sesi yankılanıyordu. Ezan sesine hasret, üzerine güneşin batmadığı topraklarda..!
Ne varki bu ses ?asrın garibi? gibi garip kaldı.
Bu çağrıyı anlamamakta direnenler dostlar taş yerine gül de atsalar güvercin kanatlarını yaralıyorlardı.
Aşinalar sana yüzünü dönmüşken ağyardan ne beklersin ey dost! Yine sen anlatacaksın dosta da düşmana da! Yine sen düşeceksin yollara, sana sırtını dönenler çoğaldıkça yeni bir sefere çıkacaksın kalp ülkesinde!
Ey gurbet hasretini Medine gülünün kokusu edinenler!
Yeni bir aldanışa düşmeden, bahara az kaldı derken kara kış yeniden yolları kesmeden, maddî cihat vasıtalarının değiştiğini anlatın. Yeniden kardeşliği anlatın! Bu ümmetin kardeşliği size emanet! Bu söz kılıcı size emanet çünkü!
[1] Bakara, 23,24
[2] Hud, 13
[3] Lem?alar, s. 30
[4] Savaş hukukunu anlatan eserlere göre; harpten önce, İslam?ın yüce esasları anlatılarak iman teklif edilecek, bu mümkün olmazsa vergi vermek şartıyla can ve mal güvenliği garantisi verilecek, bu da mümkün değilse gerçek bir tehlikenin önlenmesi için son seçenek olarak savaş tercih edilecekti.
[5] Hutbe-i Şamiye
[6] Sözler s 265

