Seydişehirli Ezan ve Dedem Mehmed Ağa
Aziz dostlar yine Seydişehir’deyim.
Bizim nesil zannederim modern Türkiye’nin en talihsiz nesillerinden! Eski ile yeninin bütün acılarını biz yaşadık! Az çok okur yazarımız –onlar mağlup bir medeniyetin çocuklarıydı- batılı değerlere insanî bir makyaj yapmak için acılar çekti. Bir yandan yıllarca elektiriğin, televizyonun hasretiyle yandık, öbür yandan bunlarla gelen hiç tanımadığımız dertlerin acısını çektik. Köydeki düzenini bozup şehre gidenimiz hiç bir zaman şehirli olamadığı gibi köyde bıraktığı geçmişini de unutamadı.
Her köye geldiğimde yüz yıllık birikmiş acıları yeniden yaşadım! Ne dedelerimin öyküsünü unutabildim ne kendi çocukluğumun rüyalarını!
1832 sayımında 24 haneli Karacaören köyünde Karamanoğlu Musa’nın Hasan isminde tek bir oğlu vardı!
O tek çocuk bereketlenmişti anlaşılan 1910’ların başında 16 erkek nüfusun aynı sofraya oturuduğunu büyüklerimiz söylerdi. Şimdi köyde onun soy adını taşıyan tek bir hane var!
Çocukluğum, geleneksel hayatın bütün değerleriyle hayatta olduğu bir çevrede geçti.
Dedem köyün az çok varlıklı insanlarından sayılırdı, akşamları evine koyunu, keçisi, kuzusu ayrı üç farklı sürü girerdi. Evinin hemen altında arılığı bulunur, dağda atları ayrı mandaları ayrı yayılırdı.
Köyün en saygın ve güvenli insanları çobanlardı. İki oğlu çobandı. Mehmed Ağa bu günün değerleriyle orta halli bir esnafın sahip olduğu servetin çok azıyla bu gün hala minnetle anılan bir isim bırakmayı başarmıştı.
Elindeki servet büyük ölçüde gelinlerinin emeğiydi. Dağda bayırda bütün tarlalarını eker, gelinler komşuların da yardımı ile aylarca el orağıyla ekin işlerdi. Köyde harmandan en son, o kalkardı.
Onun küçük ağalığının bir çok ortağı vardı. Kışın ortasında unu biten ona gelirdi. Hastası olana balını, gurbete gidecek olana yol parasını, düğün yapacak olana altını, ticaret yapacak olan köy bakkalına sermayesini verirdi.
İlk okulda defter kitap alacağımda dedem tesbihini verirdi. Onun tesbihini bakkallar tanırlar ne istersem verirlerdi. Onun bu iyilikleri sadece kendi köyü ile sınırlı değildi. Çevre köylerin bir çoğundan gelenlerin onun yanında hazır bir yeri olurdu.
Bizim oralarda memetler deli olur derlerdi. Her memet gibi o da biraz deliydi. Çokça kızdırırlar o zaman Osmanlı kuşağı arasında eksik olmayan kamasını çıkarır “Anacığın... “ der ama hiç bir zaman kelimeyi tamamlamazdı. Zaten muhatabının da istediği oydu! Herkes güler kaçışırdı. Eh bu zılgıtı yiyen çayı hak ederdi. Ama o devirde ağa tek başına çay içmezdi. Çaylar kelle başı sayılır, kurnaz kahveci hesabın tamamını ona yazardı.
Gözü yaşlıydı Mehmed Ağa’nın niçin ağladığını hiç sormadım! Belki biliyordum belki o tarihte 70 lik bir dedenin niçin ağladığını düşünemeyecek kadar küçüktüm!
Kendine mahsus büyük kıl keçilerden 30 kadar erkeci olur, onlar önden, sadece düven sürerken kullandığı atları arkadan kendisini takip eder, sabahın erken saatinde dağlara giderdi. Yaz tatillerinde beni de yanına alırdı. Göz yaşlarına eşlik eden türkü yanıktı:
Yeşil ördek gibi daldım göllere
Sen düşürdün beni dilden dillere
Ağla gözlerim ağla gülemen gayrı
Yiğitler içine giremen gayrı
Bu türkü onun dilinde zannedersem dördüncü çocuğunun doğumunda vefat eden eşi içindi.
Atları keçileri bir insan gibi sözünü tutarlar akşam olunca tek sıra peşine düşer geri gelirlerdi. Beni önden gönderir yol üstünde yerini tanıdığı armut ve alıç ağaçlarından olgun meyveler toplamamı isterdi. Bunlar iftarlıktı. Zira o çoğu günlerini oruçlu geçirirdi. İmamın hemen ardındaki yer ona aitti. Her halde en sevaplı yerin orası olduğunu işitmiş olmalıydı. Ez kaza birisi oraya oturursa yerine gelir adama şöyle bir bakar, “nereye oturacağını bil kalk, yerimden” derdi. Ne varki sık sık imama kızar, Cuma namazı kılmaya komşu köye giderdi. Cuma sabahları onu merkebinin üzerinde görenler hocayla aralarının bozuk olduğunu anlarlardı.
Bu tatlı günlerin şahidi olduğum gibi acı günlerin de şahidi ben oldum!
Zaman durmuyordu. Amarikan DDT’si köylere kadar gelmişti. Onu yeni ziraî ilaçlar takip etti. Bu yüzden ilk kaybettiği şey arıları oldu.
Ardından saman makinesi patozlar geldi. Onun atlarıyla iki ayda sürdüğü harmanı 10-15 saatte sürüyorlardı. Ev halkı atların bakımından aciz kaldıklarını ileri sürüyor satılmasını istiyorlardı. Uzun süre direndi ama olmadı. Bir sabah beni terkisine aldı, alnı alalı dor atına bindi. Peşinde taylar, kısraklar Beyşehir pazarına gitti. O gün söylediği türkü daha acıydı.
Ben ilk kez sucuk yapılmak üzere Denizli’ye götürülecek merkep toplayıcılarını o Pazar da görmüştüm!
Sıra mandaların satılmasına geldiğinde çok daha uzun bir süre direnmişti. Ne varki iki gelini yaşlanmıştı. Mandaların çok acı bir kuvveti vardı. Güneş kızdı mı kimse onlara hakim olamazdı. Böyle bir günde bir meşe ağacını söküp attıklarını görmüştüm!
Gelinlerin ısrarına dayanamadı mandalarını sattı ama bir daha tarlalarına uğramadı. Bir daha yeşil ördek türküsünü hiç söylemedi!
Yeni işler çıktı, fabrika kuruldu. Fakir fukara iş aş gördü. Çobanlar eski itibarını yitirdi. Tarlalar ekilmez oldu. Mehmed Ağa’nın bütün gelir kaynakları kurudu. Ama vefatına kadar geçmiş iyiliklerinin bereketiyle yaşadı. Cüzdanı, sonradan görmüşlerin ağzını kapatacak kadar dolu kaldı. Hesaplarını tuttuğu meşhur bir kara defteri vardı. Vefatına yakın kaybetti yada çalındı. Daha sonra hiç kimse dedenizle aramızda şöyle bir hesap vardı diye bize gelmedi. Bütün hesaplar ahirete kaldı.
Allah ona ve bütün dostlarına rahmet eylesin! Çok dar imkanlarla bu kadar güzel yaşayan insanların dünyasında haram yoktu. Kazançları alın teriydi. Mehmet Ağa, devletin tek kuruşunu almamaya özen gösterir, “rütbeli insana güvenme, banka kapısına girme derdi”
Daha fazla sizi de kendimi de üzmeyeyim! Bu hatıralar kalbimde başlayan çarpıntıyı artırıyor!
Sözün burasında beni bu yazıyı yazmaya iten asıl sebebi söylemeliyim!
Kapı önündeki çardaktan karşı dağları seyrederken ezan okunmaya başladı. Farklı bir ses olduğu için sordum! Hoca değişti mi?
Hayır dediler bu gün hocanın izin günü ama ezan zaten Seydişehir’den geliyor.
Bütün keyfim kaçtı. Ezanı dinleyemedim! Yine çocukluk günlerime döndüm! Almanya’ya ilk gidenler dönüşlerinde bizde pek bulunmayan teyipler getirmişlerdi. Çok geçmeden teyiplerle ilgili haberler de üretilmeye başlamıştı onlardan biri de ezanla ilgiliydi.
Uyanık imamın birisi ezanı teyibe okumuş, sabah vakitlerinde ezan teyipten okunuyormuş, imam da evde yatıyormuş!
Şakası bir yana çocukluğumuzun en gizemli yerlerinden biri minarelerdi. Oraya çıkanların meleklere dokunduğuna inanırdım! Şerafede gördüğüm imamın silüeti, beni her zaman heyecanlandırdı. Ezan okumak için birbiri ile yarışan çocuklar, imamın gözlerinin içine bakarlardı. Ah bana da bir işaret verse, soluk soluğa minareye tırmansam, nefesim yatıştırdıktan sonra, heyecandan titreyerek bir ezan okusam!
Köye geldiğimde yediğim domatesin, biberin tadını aradığım gibi ezanın tadını da aradım! Her şey gibi onu da sun’îleştirip fason hale getirmişler!
Keramet olmasın dedimki “ben şimdi ezanı şehirden getiren kabloyu bulsam keserim!” Ne oldu bilmem iki gündür ezan minareden okunuyor. Köyün iki imamı, ezanı ayrı ayrı güzelce okudular.
Türkiye’nin bir çok yerinde cunta yönetiminin eseri olan merkezî ezandan vazgeçildiği halde Konya’da ısrarla devam edilmesini anlayamıyorum! Ben köyümdeki eski azanı istiyorum! Bu bid’atin çocukluk hatıralarımızı alıp götürmesine sebep olanlardan benim için çok yaklaşan mahşer gününde davacı olacağımı ilan ediyorum!

