Şek İle Yakin Zail Olmaz (Mecelle Dördüncü Madde)
Usul alimlerince İslam’ın temel kaidelerinden biri olarak kabul edilen “el yakinü lâ yezûlü bi’ş-şek” ifadesi Mecelle’de ‘kesin bir hakikat, şüphe ile yok sayılamaz’ şeklinde yerini almıştır.
Şek, tereddüd anlamında kullanılır. Şeriat lisanında şek, bir şeyin varlığı ve yokluğu ihtimalinin eşit olması yada varlığı ile yokluğu arasında karar verilememesidir.
Şüphe birbirine zıt iki fikirden birini diğerine tercih etmeye mani olur. (Alevi, s. 17)
Tereddüt, şüphe yüzünden birbirine zıt iki önermeden birini diğerine tercih edememektir. Şüphecinin nefsinde ıztırap, endişe, kararsızlık galip gelir. Zihninde tasavvur ettiği bir hususa suret veremez, karar alamaz. Hayret vadilerinde perişan kalmış, biri diğerine zıt düşünceler hakkındaki tasavvurların biri diğerine engel olmuş karar vermekte zorlanmış, bir fikirden diğerine yuvarlanıp durmuştur. Onun için tercih kapısı kapanmıştır. ‘Seni bir adım ileri bir adım geri atarken görüyorum’ sözü bu durumdaki insanlar için söylenir.
Şüphe kenarı olmayan bir hayret denizidir. Yakin ise nefsin çektiği bu ıztırapları sona erdiren gerçek bilgidir. (Süleyman Hasbi , s. 20)
Yakin kaya gibi sert hakikattır, şek o kayanın üzerine konan toz gibidir. Aslî sıfatlarda asıl olan vücut olduğu gibi, arızi sıfatlarda asıl olan ademdir. Adem yok hükmündedir. Yakine karşılık şekke, vücuda karşılık ademe itibar edilmez. İhtimal verilmez.
Zanna tabi olmak ilim değildir.
Yakin; vakıa mutabık olan, hakikat-ı hale vukuf kesbetmekle kesin bir itikada sahip olmaktır.
Bir konu hakkında kesin kanaat sahibi olabilmek için mantık biliminin kullandığı çeşitli yöntemler vardır. Bunları kısaca tarif etmek gerekirse:
Evveliyyat: akl-ı selimin hiçbir vasıtaya muhtaç olmaksızın soyut mevzu ve manayı tasavvur ederek iki önermenin arasındaki bağı tasdik etmesi ile elde edilen bilgilerdir. Söz gelimi ‘bir eser vardır. O halde o eserin bir sanii vardır. Bu iki önermeden Allah’ın varlığı vacip bir hakikattır’ bilgisi elde edilir.
Müşehedat: Güneş ışık saçar, ateş yakıcıdır gibi göze bakan şahsî önermelere hissiyat denilir. İnsanın vicdanında bulunan korku, gazap, açlık, susuzluk, idrak, izan gibi hasselerle ilgili önermeler vicdaniyat ismini alırlar.
Mücerrebat: Tekrar tekrar gözlem ile aklın kesin hüküm ile tasdik ettiği önermelerdir.
Hadsiyyat: Aniden zihinde doğan manaların vicdani bir kıyas ile tasdik edilmesidir.
Mütevatirat: yalan üzerine ittifaklarına imkan olmayan büyük bir cemaatin verdiği haber üzerine elde edilen bilgilerdir. Söz gelimi Kuran-ı Kerim mütevatir bir haberdir. Tevatür duyu organlarından biri ile elde edilen bir haber için geçerlidir. Akıl ile elde edilen söz gelimi ideolojik önermelerde tevatüre itibar edilmez.
Kaziyye: Tasdike muhtaç önermedir, hakkında doğrudur yada yanlıştır denilebilecek sözdür. Doğruluğu kabul edilen önermelerden elde edilen yeni önermelerle kıyas yapılır.
Varlığı kesin bir bilgi ile sabit olan bir şeyin aksine bir delil olmadıkça sadece şüphe ile yokluğuna hüküm verilemez. (Alevi. s, 20)
İslam itikadına ait hükümler, kesin bilgi elde etme yollarıyla elde edilmiş vacip hakikatlardır. Adeta kainat ince eleklerden geçirilerek incelenmiş, her zerrenin dilinden “la ilahe illa Allah” sözü işitilmiştir.
Ehl-i dalalet buna karşılık İslam itikadını sarsmak için şeytanın talimiyle, şüphe verme yolunu keşfetmiştir. Evet kainatın maddi varlığı kadar sabit bir hakikat olan her fiilin faili, her eserin sanii, her malın sahibi olması hakikatını inkar etmeleri mümkün değildi. Kainattaki her varlığın tabi olduğu büyük nizamı koyan Allah’ı nasıl inkar edeceklerdi. Bu yüzden açık inkarlarını gizleyip, sebeplerin arkasına gizlenip insanların nefislerine şüphe üflediler. İmam Bediüzzaman, bu eblehlerin şüpheli sözleri için şöyle der:
“Hem şeriklere hiç ihtiyaç olmadığı gibi, vücudları muhal oldukları halde onları dava etmek, sırf tahakkümîdir. Yani aklen, mantıkan, fikren o davayı ettirecek bir sebeb olmadığı için, manasız sözler hükmündedir. İlm-i Usûlce "tahakkümî" tabir edilir. Yani manasız dava-yı mücerreddir. İlm-i Kelâm ve İlm-i Usûl'ün düsturlarındandır ki, denilir: Bir delilden, bir emareden neş'et etmeyen bir ihtimalin ehemmiyeti yok. Kat'î ilme şek katmaz. Yakîn-i hükmîyi sarsmaz."
Meselâ; zâtında Barla denizi, (yani Eğirdir Gölü) imkân ve ihtimal var ki, pekmez olsun; yağa inkılab etmiş olsun. Fakat madem bir emareden, o imkân ve ihtimal neş'et etmiyor; onun vücuduna ve su olduğuna, kat'î ilmimize, tesir etmez, şek ve vesvese vermez.
İşte bunun gibi, mevcudatın her tarafından, kâinatın her köşesinden sorduk: Zerrattan yıldızlara kadar ve hilkat-ı semavat ve arzdan, tâ sîmalardaki teşahhusata kadar hangi şeyden soruldu ise, lisan-ı hal ile vahdaniyete şehadet ve sikke-i tevhidi gösterdi. Sen de gördün... Öyle ise; kâinatın mevcudatında bir emare yok ki, bir şirk ihtimali ona bina edilsin. Demek dava-yı şirk, sırf tahakkümî ve manasız söz ve dava-yı mücerred olduğundan; şirki iddia etmek, mahz-ı cehalet, ayn-ı belâhettir.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 608)
Ehl-i imanı tehlikeye atan şek, kafirler için bir rahmet olmuştur: Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir. Çünki İslâmiyet'in telkinatıyla küfr-ü mutlak, inkâr-ı mutlak; şek ve tereddüde inkılab etmiştir. O telkinatın kâfirlerde de yaptığı in'ikas ve tesirat sayesinde, kâfirlerin, hayat-ı ebediye hakkında ümidleri vardır. Bu sayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamıyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler elemlere inkılab etmez. Yalnız tereddüdleri vardır. Tereddüd ise, her iki tarafa baktırır. Deve kuşu gibi, tam manasıyla ne kuş olur ve ne de deve olur. Ortada kalarak her iki tarafın zahmetinden kurtulur. (Mesnevi, s. 81)
Mecelle’nin şüphe, kesin bilgiyi ortadan kaldıramaz kuralı amelde ait bir çok hükme kaynaklık etmiştir.
Önceden varlığı kesin olarak bilinen bir şeyin yok olduğuna dair bir zan, bir delil bulunmadığı zaman onun devamına hükmedilir. Bu hükme göre öldüğü yada yaşadığı bilinmeyen kimsenin yaşadığına hükmedilir. (Şeriat dilinde bu kimseye mefkud denilir.)
Mefkud sağ kabul edilir. Zira onun hayatı kesin olarak bilinmekteydi. Kesin delil olmadıkça ölümü hakkında karar verilemez, mazide muhakkak olan hayatının devam ettiğine karar verilir.
Mefkudun ya hakikaten ölümüne yada 90 yaşını doldurduğu anlaşılıp hükmen ölümüne kadar, varisleri ihtimal ölmüştür diye miras davası açamaz, hanımı başkasıyla evlenemez. (Atıf, s. 17)
Gemi batması gibi bir facia için durum böyle değildir. Bu halde yolcunun eve dönmesi adet olan süre kadar beklenir. Zira ölüm ihtimali kurtulma ihtimalinden daha kuvvetlidir.
Bir şahsın bir arkadaşına bir miktar borcu olduğunu kesin olarak bilmesine rağmen ödeyip ödemediği konusunda tereddüdü olsa ödememiş kabul edilir. (alevi, s. 17)
Borç, zimmet, töhmet gibi bir sorumluluktan yargılanıp berat eden bir insan aynı ithamla yeniden yargılanamaz. “sakıt olan, geri dönmez”
Arızî olan bir şey asli olan bir şeyin yerine geçemez.
Eşyada esas olan mübah olmaktır aksine bir delil olmadıkça helaldir.
Hukukta şüphe ile delil üretilemez.
Ehl-i dalalet zaman zaman Hz. Peygamber ve ona tabi olan ehl-i beyti hakkında şüphe yayarlar. Bu şüpheler onların temiz hayatlarına gölge düşüremez.

