Türkiye’de doğum oranları hızla düşüyor. İstatistikler alarm veriyor, raporlar hazırlanıyor, toplantılar yapılıyor. İstişareler, çalıştaylar teorik ve soyut birçok analizler havada uçuşuyor. Ancak asıl sorulması gereken çoğu zaman sorulmuyor: Sayılar azalırken, biz aslında neyi kaybediyoruz?
Bugün mesele sadece nüfus meselesi değildir. Bu, aynı zamanda bir zihniyet, bir hayat tasavvuru ve bir gelecek algısı meselesidir.
Günümüz modernitesinden önce ki yıllarda çocuk, “yük” değil “bereket” ti. Ev küçüktü ama gönüller genişti. Sofra kalabalıktı ama şükür dillere pelesenkti. Şimdi evler büyüdü, imkânlar arttı; fakat çocuk düşüncesi bileendişe uyandırıyor. Çünkü çocuk, modern zihne göre masraf, sorumluluk ve konfor kaybı demek.
Bir kısım politik çevreler evlilik ve doğum oranlarının azalmasını sadece ekonomik gerekçelere dayandırıyorlar. Elbette kimse ekonomik gerçekleri inkâr edemez. Geçim zorlaştı, konut pahalılaştı, eğitim masrafları arttı. Gençler evlilikten, evlenenler çocuk sahibi olmaktan çekiniyor. Ancak şunu unutmamak gerekir ki mesele sadece para olsaydı, refah seviyesi yüksek ülkelerde doğum oranlarının artması gerekirdi. Afrika ve üçüncü dünya ülkelerinde de aksine nüfusun azalması gerekirdi. Oysa tablo tam tersini gösteriyor.
Demek ki sorun, cüzdandan önce zihinde, düşüncedeve tasavvurda başlıyor.
Modern hayat bize şunu fısıldıyor: “Önce kendin, önce kariyerin, önce özgürlüğün.” Aile ise bu denklemde ertelenen bir seçenek hâline geliyor. Çocuk, hayatı tamamlayan bir nimet olmaktan çıkıp, planları bozan bir risk gibi görülüyor.
Bir başka önemli kırılma da kadın üzerinden yaşanıyor. Modern kadına ya anne olmaması ya da anneliğin bedelini fizyolojisinden ağır işlerde çalıştırılarak bunu bedelini ödeyerek yaşaması dayatılıyor. Aslında hiçbir kadın çalışmak zorunda bırakılmamalıdır. Çalışmak durumunda kaldıysa şayet anneliği engelleyecek, fıtratını zorlayacak zorlu süreçlerle yüz yüze bırakılmamalıdır. Kadın istihdamını arttırmak, kadına verilmiş bir lütuf olarak sunulsa da istatistikler tam aksini söylüyor. Ulusal istatistik biriminin 2 bin kişi üzerinde yaptığı araştırmaya göre çalışankadınların yüzde 48,8 gibi çok büyük bir oranı, kendini arada kalmış hissettiği için hayatından memnun değil.Kendilerini ne çok mutlu ne de mutsuz hisseden çalışan kadın oranı ise yüzde 36,6’da kalıyor. İş ve ev hayatı arasındaki koşturmacadan memnun olduğunu söyleyebilen kadınların oranı ise, sadece yüzde 15’te kalmış.
Toplumsal konjonktür de aileyi desteklemiyor. Dizilerde, reklamlarda, popüler kültürde çocuksuz hayat idealize ediliyor. Çok çocuklu aileler ya yok sayılıyor ya da alay konusu yapılıyor. Annelik ve babalık, matah bir şey gibi gösterilip neredeyse kariyer engeli gibi sunuluyor.
İdeal bir toplum çocukla yaşlanmaz, çocuksuz yaşlanıp yalnızlaşır.
Çözüm sadece doğum yardımı dağıtmak değildir. Elbette ekonomik destekler önemlidir; fakat asıl ihtiyaç, aileyi merkeze alan bir bakışın yeniden inşa edilmesidir. Evliliği kolaylaştırmak, anneliği ve babalığı korumak, çocuklu aileyi yalnız bırakmamak gerekir.
Aileyi yıkan, toplumu ifsat eden, çirkinliği ve ahlaksızlığı normalleştirip meşrulaştıran tüm yayınların ciddiyetle üzerine gidilebilmelidir. Sosyal medyanın sınırlandırılması ve siber ve sanal suçların reel suçlarla aynı muameleyi görmesi gerekmektedir.
Daha da önemlisi, çocukla ilgili dilimizi değiştirmeliyiz. Çocuk; masraf kalemi değil, geleceğimizin, mefkuremizin ve umudumuzun taşıyıcısıdır. Geleceği inşa edecek olan bütçe tabloları değil, yetiştirilen evlatlardır.
Kur’an, “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızın canına kıymayın! Biz onların da sizin de rızkınızı veririz.(İsra-31)derken sadece bir ekonomik uyarı yapmayıp; insanın Allah’la kurduğu güven ilişkisini hatırlatıyordu.Tedbir almak başka şeydir, rızkı yalnızca kendi hesabımıza hapsetmek başka. Çocuklarından dolayı rızıklanma durumu yaşayan ebeveynin çocuğu rızık darlığına sebep sayması Allah’a güvensizliğin zihinsel kabulüdür. Modern seküler aklın araştırma sonuçlarıyla dünya nüfusunun artmasından dolayı gıda, su, enerji vb. temel ihtiyaçların yetmeyeceği ile ilgili kehanetleri de aileyi ve neslin devamlılığını kesata uğratacak bilinçaltına yardımcı olabilmektedir.
Doğum oranları düşüyorsa, bu bize şunu söylüyor: Biz Rezzak’ı mutlak olan Allah’tan ümidi kesmişiz. Allahtan ümidi kesince gelecek nesillere dair inancımızı da zayıflatıyoruz. Umudu azalttığımız yerde çocuk da azalıyor.Belki de yeniden sormamız gereken soru şudur:
Çocuk sayısı mı azalıyor, yoksa hayata dair cesaretimizi mi yitirdik?

