5 Aralık 2025, Cuma
08:56
23.07.2025
MANSET_ALTI Reklam Alanı

Şöyle bir arkanıza yaslanın; zihninizi son on yıla doğru yavaşça yürütün. Sosyal ve siyasal çalkantılar, darbe teşebbüsleri, ardından tüm dünyayı kasıp kavuran pandemi… Onu takip eden büyük depremler… Hemen peşinden patlak veren Ukrayna–Rusya savaşı… Ve nihayet İslam âlemini derinden sarsıp acziyetimizi bütün çıplaklığıyla ortaya koyan Aksa Tufanı ve sonrası…

Her defasında tünelin ucunda beliren cılız bir aydınlık, arkası kesilmeyen yeni bir karanlıkla boğuldu. Zulüm, haksızlık ve soykırım çarkı ağır bir karabasan gibi tüm yeryüzüne çöktü.
Bunca zifiri karanlığa rağmen içimizde şafağın sökeceğine, Allah’ın nurunun yeniden yeryüzünü kuşatacağına dair ümidi kaybetmedik, kaybetmemeliyiz de… Fakat akla bir soru geliyor: O şafak söktüğünde, nimet ve huzur günleri geldiğinde, bugünlerin acısını yüreğimizde duyup bayılacak bir vicdanı kendimizde bulabilecek miyiz?

Tam bu noktada meramımı daha açık formata sokmak için somut bir tarih sahnesine geçmek istiyorum.
İslam’ın zafer rüzgârlarının estiği, Hz. Ömer’in kudretli fetih yıllarıdır. Ömerü’l-Fârûk, adanmış kadrolarını farklı bölgelere yönetici olarak göndermektedir. Bugünkü Suriye topraklarında bulunan Humus’a ise zâhid ve mücahid bir şahsiyet olan Said b. Âmir’i atar.

Bir süre sonra Hz. Ömer denetim için Humus’a gelir ve halka valilerinden memnun olup olmadıklarını sorar.
İdarecilerden hoşnut olmayan bir bölge olarak bilinen Humus halkı bu kez valilerini fazlasıyla benimsemiştir. Ancak Hz. Ömer’e dört garip durumdan şikâyet ederler:

  1. Valileri görevinin başına geç gelmektedir.
  2. Haftanın bir günü hiç dışarı çıkmaz.
  3. Geceleri davetlerine asla katılmaz.
  4. Zaman zaman kendi kendine düşüp bayılır.

Hz. Ömer bu şikâyetler üzerine Said b. Âmir’le konuşmak ister. O da her bir maddeyi tek tek açıklama gereği duyar:

— İlk şikâyetleri doğrudur, der. Eşim hastadır; sabah namazından sonra evde ekmek pişirme ve kahvaltı işlerini görmek zorunda kalırım.
— İkinci şikâyetleri de doğrudur; zira tek bir elbisem vardır. Haftada bir onu yıkayıp kurutmak için dışarı çıkmam.
— Üçüncü şikâyetlerine gelince… Gündüzü halka, geceyi ise Hakk’a tahsis ettim. Bu yüzden gece davetlerine katılamam.

Ardından dördüncü meseleye, yani asıl sarsıcı olana gelir:

“Ben genç bir delikanlı iken, henüz İslam’ın nuruyla müşerref olmamıştım. Bi’r-i Maûne’deHubeyb b. Adiy ve arkadaşlarını müşrikler esir almış, halkın gözü önünde ağır işkencelerle şehit etmişlerdi.
O gün genç ve güçlüydüm; o zulme engel olabilecek bir irade ve imkâna sahiptim. Fakat hiçbir şey yapamadım… O günü her hatırlayışımda içimde derin bir sızı beliriyor; elimden bir şey gelmemiş olmasının utancı beni yere yıkıyor ve bayılıyorum.”

Bu kıssa aslında bizi de dehşete düşürmeli. Düşünün ki Said b. Âmir o gün Müslüman bile değildi; “Sorumluluğum yoktu.” deyip teselli bulabilirdi. Hem bugün makam ve nimete kavuşmuşken eski acıları hatırlayıp dünyayı kendine zindan etmenin zamanı mı diye düşünebilirdi. Ama o böyle yapmadı. Çünkü vicdanı diri olan, bollukta da zulmün izini taşır.

Öyleyse biz…
Son yıllarda sadece izleyici konumunda kaldığımız, çağdaş bir Kerbelâ niteliği taşıyan Gazze soykırımı, açlık, susuzluk, şimdi de soğuklar…
Acaba on yıl, yirmi yıl sonra huzur içerisinde yaşarken bu yaşanmış hadiseler vicdanımızı titretecek mi?
“Gözlerimizin önünde kardeşlerimize kıydılar” diye başımızı öne eğip pişmanlık duyacak mıyız?

Sayımıza, imkânımıza, ordularımıza, silahlarımıza rağmen yardım edemeyişimizi… Hatta bir ateşkesi bile sağlayamayışımızı yüreğimizde derin bir sızı olarak hissedebilecek miyiz?
Yoksa hamasetimize sığınıp “Biz elimizden geleni yaptık, bu konforu hak ettik” mi diyeceğiz?

Rabbim bizleri, daha şimdiden o ızdırabı vicdanında duyan, mazlumun çığlığıyla çırpınanlardan eylesin.

 

ICERIK_ARASI Reklam Alanı
SOL1 Reklam Alanı

YAZARIN DİĞER MAKALELERİ

MOBIL_UST Reklam Alanı
Alt Banner Reklamı