Karakoldan çıktığında, o "Avrupa'da olsam" cümlesinin gerçek hayatta bir karşılığı olmadığını hâlâ idrak edememişti. Etseydi zaten Rıza olmazdı. Türkiye'nin ekmeğini yiyip Türkiye'yi kötüleyen, Fransız kahvesi fotoğraflarıyla kendine "entel" payesi biçen o güdük jenerasyonun canlı numunesiydi. Ve şimdi, plastik bir tasmadan bile daha değersizleşen itibarını, sokak ortasında teklemeye hazırlanıyordu.
İlk perde bakkal dükkânında sahnelendi. Bakkal Mehmet Amca -ki o esnaf terbiyesiyle "Rıza oğlum" diye hitap ederdi- cılız bir itirazda bulundu: "Bırak hayvanı da gel içeri, çay iç." Rıza'nın tepkisi, bu ülkedeki nezaketle terbiye edilmiş yaşlı çınarlara atılmış bir tokat gibiydi. "Sen de mi ahkâm kesiyorsun!" Cam kavanozlar yere inerken, yaşlı bakkalın yüzündeki o buruk ifade, aslında kayıp giden nesillerin fotoğrafıydı. Birinci kavga buydu. Gereksiz, adi, tam bir Rıza performansı.
Sokak ortasında bağırışlarını duyan taksici, "Yapma genç adam!" deyiverdi sadece. İkinci perde açılmıştı. Rıza, bu sefer de bir hizmetlinin -yani taksicinin- kendine laf anlatmaya kalkmasına tahammül edemedi. Taksiye tekme, taksiciye küfür... İkinci kavga. Daha da gereksiz, daha da adi. Çünkü Rıza'lar için hizmet almak, aynı zamanda o kişiyi aşağılama hakkını da satın almaktır!
Final, trajikomik bir sahneyle geldi. Karakoldaki memur -içi sızlayanlardan- belki de son bir umutla "Rıza, bırak bu işleri, evine git!" dedi. Rıza için bu son damlaydı. O, kendini "story"lerde "mağdur" ilan ederken, gerçek hayatta bir polisin merhametini hazmedemezdi. Yumruk atıldı. Polis yere yığıldı. Rıza, zafer kazanmış Napoleon edasıyla döndü ama... Ayakları, dün gece terk ettiği köpeğin beklediği o çarpık kaldırıma takıldı. Başını bordür taşına vurdu.
Ve işte o an... Mahalle sustu. Ama bu sessizlik, bir şeylerin bittiğini değil, Rıza gibi yüz binlercesinin hâlâ ortalıkta cirit attığının resmiydi. Polis memuru, kanlar içindeki başını kaldırıp baktığında gördüğü manzara şuydu: Bir tarafta boynunda tasmasıyla bekleyen saf bir köpek, diğer tarafta insanlığından soyunmuş bir Rıza cenazesi.
"Ulan Rıza" dedi memur, bu kez yüksek sesle, "Sen hayatı 'sosyal medya estetiği' sanıyordun. Oysa hayat, bir bordür taşı kadar sert, bir bekleyiş kadar sabırlı, bir polis memurunun yüreği kadar genişti. Sen ise daracık dünyanda, plastik bir tasmadan daha çürük bir hayat yaşadın. Ve o hayat, işte şu kaldırım taşında bitti."
O gece, aynı sokak lambasının altında, aynı köpek hâlâ bekliyordu. Belki de Rıza'dan daha akıllıydı. Çünkü o, bir kapının açılmasını; Rıza ise bütün kapıları kendi yumruğuyla kapatmıştı. Ve bu memleket, her gün onlarca Rıza yetiştirmeye devam ederken, asıl sormamız gereken soru şu: Biz, o köpeğin saf bekleyişine layık mıyız, yoksa Rıza'nın anlamsız öfkesine mi?
Abdullah Avcu
Seydişehir, 21.10.2025

