Vaktiyle, küçük bir kasabada yaşayan Yusuf adında bir genç vardı. İyiliksever ve ibadetlerine düşkün bir zattı. Bulunduğu semtin gariplerinin hâl hatırını sorar, hayır faaliyetlerine öncülük ederdi. Fakat her işini kasaba halkının gözü önünde yapardı. Bir gün, caminin yaşlı imamı ona şöyle dedi:
— Evladım, niyetin nereye dönük, ona dikkat et. Kalp, kimi razı etmek istiyorsa asıl kıblesi odur.
Yusuf önce anlamadı. Ta ki bir gün, yağmurlu bir sabah vakti camiye gitmek için uyanıp da pencerenin önünden geçen komşusunu görünce… “Beni görürse gösteriş olur” diye içinden geçirdi ve namaza gitmedi. O anda imamın sözleri zihninde yankılandı: “Halk için ameli terk etmek de halk için yapmak kadar tehlikelidir.”
Günler geçti. Yusuf, bu ikilemin içinde bocalarken, bir gece rüyasında yaşlı imamı gördü. İmam ona bir bahçe gösterdi; yarısı dikenlerle kaplıydı, diğer yarısı berrak bir pınarla sulanıyordu.
— Bu dikenler, halkın gözüne girmek için yaptığın veya terk ettiğin işlerdir, dedi.
— Peki pınar?
— O ihlastır. Onu bulmak için, rüzgârın bile duymadığı bir dua etmelisin.
Yusuf, uyandığında gece yarısıydı. Kimsenin bilmediği bir ara sokaktan, kasabanın en yoksul ailelerinden birine ekmek bıraktı. Sonra eve döndü, kimselerin bilmediği bir secdede gözyaşlarını pınar gibi seccadeye akıttı. O an, içinde tarifsiz bir huzur hissetti.
O günden sonra Yusuf ne insanların övgüsüne kulak verdi ne de onların kınamasına. Çünkü biliyordu ki, rüzgârın bile duymadığı dua, yalnız Allah’a ulaşır.
İnsan, kalbinin niyetleriyle tartılır. Bir amel, dıştan altın gibi parlayabilir; fakat niyetin pası onu içten çürütebilir.
Riya, bir dikenli sarmaşık gibidir; güzel bir çiçek gibi görünür, ama yaklaşanı kanatır. İnsanın hatırı için ameli terk etmek de böyledir. Mesela, bir kimse sabah namazına kalkar; fakat komşusu onu gördüğünde “Beni dindar ermiş zanneder” diye utanır ve namaza gitmez. O an, insanların bakışı, Allah’ın rızasının önüne geçmiştir. Bu da riya kadar zehirlidir, çünkü hak olan bir ameli terk ettirmiştir.
Şirk ise daha ince bir tuzaktır. Bir kimse hayır yapar, zekât verir, ilim öğretir; fakat kalbinin derininde bir ses, “Bunu insanlar duysun, beni takdir etsin” der. İnsanların nazarı, Allah’ın rızasından çok insanların alkışına yönelirse, amelin özü bozulur. Bu, görünmez bir zincirdir; insanı halkın övgüsüne bağlar.
İhlas ise başka bir bahçedir; sessiz, berrak ve huzurlu. Burada ne dikenli sarmaşıklar vardır ne zincirler. İhlas sahibi, iyiliği yalnız Allah görsün diye yapar; kötülükten de yalnız Allah hoşnut olmayacak diye kaçar. Mesela, kimsenin bilmediği bir vakitte bir yetime yemek götürmek…
Ya da bir gece vakti, kimselerin duymadığı bir duada gözyaşı dökmek… İşte bu, ihlasın saf pınarıdır.
Fudayl b. İyaz’ın dediği gibi, Allah seni hem halk için ameli terk etmekten, hem de halk için amel etmekten koruduğunda; işte o zaman kalbin, gerçek hürriyete kavuşur. Çünkü ihlas, insanın hem putlarını kırar hem zincirlerini çözer.
Unutma; bazen en büyük amel, kimsenin bilmediği vegöz yaşında ıslattığın secdede, tenhada sakındığın günahta, borçlunun gıyabında silinen borcunda, yetime dokunan kalpte, nefsinden bile gizlediğin bir eyleminde tecelli eder.

