13 Aralık 2025, Cumartesi
04:24
23.07.2025
MANSET_ALTI Reklam Alanı
Mekke’nin fethi Hicret yılının sekizinci senesi, Ramazan ayında Milâdî, 11 Ocak 630 Cuma, günü gerçekleşmiştir.
 
 
Bu fethin önemi çok büyüktü! Çünkü Müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin putlardan temizlenmesi lazımdı. Ayrıca Anadoluda yapılacak fetihlerin de giriş kapısıydı. Mekke’nin fethiyle İslam’ın gelişmesine mani olan tüm engeller birer birer kaldırılmış ve Anadolu İslam’la tanışmıştı. 
 
 
ALLAH BİR YERE DEĞER VERİRSE
 
 
Fethin yapılışına geçmeden önce bir noktayı anlatmakta fayda mülahaza ediyorum: Kâbe’nin bulunduğu yer verimsiz bir arazidir. Buna rağmen orada rızık sıkıntısı çekilmez, buda Allah’ın ayetlerinden bir ayettir.
 
 
Eğer Allah bir yere veya bir şeye değer verirse, o her şeyin üstünde bir değere sahip oluveriyor.
 
 
Demek ki şunun bunun bir şeye değer vermesi bir kıymet ifade etmez. Önemli olan Allah’ın verdiği değerdir. Yalnız Allah bir şeye değer verecekse,  o şeyin de bir özelliği olması lazımdır.
 
 
Mekke’nin özelliklerinin bir kısmını Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatır:
 
 
فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا
 
 
“Orada (Mekke’de ) apaçık alâmetler, deliller ve İbrahim’in makamı vardır. Kim Beytullaha girerse korkudan emin olur.”  (1)
 
 
 Demek Rabbimiz Mekke’ye  ayette geçen özelliklerinden dolayı değer vermiştir.
 
 
       Ayrıca Mekke’nin coğrafi özelliği de vardır. Onu coğrafyacılara bırakarak, asıl konuma dönmek istiyorum. Zira okuyucularım Mekke’nin coğrafi özelliğini bilmese de fazla bir kayıpları olmaz. Ama manevi özelliğini bilmezse kaybı büyük olur. İnsanımız kendisine haç farz olduğu halde, o beldenin kıymetini tam idrâk edemediğinden bir türlü vakit bulup ta bu görevini yerine getiremiyor. Artarak devam eden bir günahı irtikâp ediyor! Mekke yaratılışından beri emin beldedir.  Rabbimiz yarattığı varlıkların her birisine ayrı ayrı özellikler bahşetmiş, fakat en büyük özelliği insana vermiştir. Eğer insan bu özelliğini terk ederse, bütün varlıklardan daha değersiz hale gelir. Nitekim ayeti kerimede de öyle buyruluyor:
 
 
قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ
 
 
“Duanız olmazsa Allah sizin neyinize değer verecek.” (2)
 
 
Demek insanın Allah indinde ki değeri duasıyla devam ediyor.
 
 
 Peygamber Efendimiz de (sav) dua etmeyi teşvik ediyor.
 
 
İbnu Ömer’in (ra) rivayetine göre Allah Resulü (sav) buyuruyorlar ki:
 
 
ـ2ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّهِ : مَنْ فُتِحَ لَهُ بَابُ الدُّعَاءِ فُتِحَتْ لَهُ أبْوَابُ الرَّحْمَةِ، وَمَا سُئِلَ اللّهُ تَعالى شَيْئاً أحَبَّ إلَيْهِ مِنْ أنْ يُسْألَ الْعَافِيَةَ، وَإنَّ الدُّعَاءَ يَنْفَعُ مِمَّا نَزَلَ، وَمِمَّا لَمْ يَنْزِلْ، وَلاَ يَرُدُّ الْقَضَاءَ اَ الدُّعَاءُ فَعَلَيْكُمْ بِالدُّعَاءِ أخرجه الترمذى .
 
 
 “Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet kapıları açılmış demektir. Allah’tan talep edilen (dünyevî şeylerden) Allah’ın en çok sevdiği (sıhhat) ve afiyettir. Dua, inen ve henüz inmeyen her çeşit (musibet) için faydalıdır. Kazayı sadece dua geri çevirir. Öyle ise sizlerin dua etmesi gerekir.” (3)
 
 
Dua ibadetin özü ve en büyüğüdür. Allah indinde duadan daha kıymetli bir şey yoktur.
 
 
Sırası gelmişken Mekke ile ilgili bir mucizeyi okuyucularımla paylaşma istiyorum:
 
 
Kureyş müşriklerinden Ebu Süfyan ile Safvan bir kurdun ceylanı kovaladığını görmüşler. Ceylan kaçıp Harem-i Şerif’e girmiş. Kurt geri dönmüş, Ebu Süfyan ile Safvan şaşırmışlar. Sonra kurt dönüp onlara konuşmuş ve Efendimizin peygamber olduğunu haber vermiş. Ebu Süfyan, Safvan’a demiş ki: “Bu kıssayı kimseye anlatmayalım, korkarım Mekke boşalıp ona iltihak edecekler.”  İşte Mekke böyle bir yerdir, hayvanlar bile içine girse hayatı kurtulur.
 
 
Bu ayet ve hadislerden anladığımız şu ki: Allah bir insana veya bir millete değer verecekse o insanın veya o milletin Allah’a dua etmesi lâzımdır.
 
 
Allah Resulü (sav) duasını hem kavli, hem fiili olarak yapmış ve Mekke’nin fethine öyle çıkmıştı.
 
 
Pey­gam­be­r Efendimiz (sav) Mekke’nin fethini ve Kâbe’nin putlardan temizlenmesini şiddetle arzuluyordu. Bunun içinde süratle fethin zeminini hazırlamaya çalışmış ve Hudeybiye Sulh Antlaşmasıyla da son noktayı koymuştu. Bundan sonra yapılacak iş Mekke’nin fethi olacaktı.
 
 
Fethin yapılması için gerekli tüm şartlar hazırdı. Fakat bu fethin gerçekleşmesi için, meşru zeminin oluşmasını bekliyordu.
 
 
Nihayet Hudeybiye Sulh Antlaşmasının bir mad­desini müşrikler kendi elleriyle bozdular. O madde ise Ku­reyş’in dışında kalan kabileler, istedikleri tarafın safında yer alma hakkını veriyordu. Bu haktan istifadeyle, muahede yapıldığı sırada, Huzaa ka­bilesi, Allah Re­su­lünün (sav) Efendimizin safında yer almıştı. Huzaa kabîlesi zaten peygamber efendimizin ( sav) dedesiyle ittifakları vardı.
 
 
Bekir oğulları ise müşriklerin safında yer almıştı.
 
 
BARDAĞI TAŞRAN SON DAMLA
 
 
Bu antlaşmanın üzerinden kısa bir zaman geçmişti ki; Mekke Müşrikleri, bu iki kabile arasında eskiden beri süre gelen husumeti, körükleyip Müslüman olan Huzâa’ kabilesine Bekir oğullarını saldırmaları için teşvik ettiler. 
 
 
Maksatlı olarak Bekir oğullarından bir adam, Huzaa’lıların yanına gidip şiirle Re­sulü Ekrem (sav) Efendimizi hiciv edip ha­karet ediyordu. Huzaa’lılardan bir genç buna dayanamadı ve adamın başını yardı. Durumu öğrenen Bekir oğulları bu olayı, bahane ederek Ku­reyş müşriklerinin de yardımıyla Huzaa’lılara ansızın baskın yaptılar. Hazırlıksız yakalanan Huzaa’lılar, baskına uğradıklarında namazdaydılar. Hunharca bir katliamla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyamda iken şehit edildiler. Kaçabilenleri de Mek­ke’nin içine kadar kovalayarak Ha­rem-i Şerif’te bile adamları öldürmekten çekinmediler. Netice­de, Huzaa’lılardan yirmi üç kişiyi öldürdüler.
 
 
PEY­GAM­BE­Rİ­MİZİN, DURUMU HABER ALMASI
 
 
Aradan sadece üç gün geçmişti.
 
 
Huzaalı Amr b. Sâlim, beraberinde kabilesinden kırk kişiyle Medine’ye ge­lerek, durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arz edip yardım talebinde bulundu. Peygamber Efendimiz, hadiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzaa’lılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri vaadiyle yurtlarına geri gönderdi.
 
 
Ku­reyş müşrikleri, Bekir oğullarına yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir iş yapmışlardı. Giriştikleri hareketin vahim neti­celer doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti!
 
 
MÜŞRİKLERE VERİLEN ÜLTİMATOM
 
 
Resulü Ekrem Efendimiz, durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:
 
 
“ Huzaa’lılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz  yada Bekir oğullarıyla olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hu­deybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harp etmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!”
 
 
KU­REYŞ’İN, TEKLİFLERİ REDDETMESİ
 
 
Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ilerigelenleri, akıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Pey­gam­be­ri­mizin ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de teyit etmiş oldular. Ancak hislerinden uzak kalıp me­seleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya baş­ladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim ne­ticeyi düşündükçe iman­dan mahrum kalplerini bir korku sardı. Allah Re­su­lüne (sav) verdikleri bu tarz cevaptan pişman ol­dular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyan’ı Medine’ye gön­der­di­ler. “Git, muahedeyi yenile, antlaşma müddetini de uzat” dediler.
 
 
EBÛ SÜFYAN, MEDİNE’DE
 
 
Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­miz­le görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Ant­laş­ma­sı’nın yenilen­mesini, hatta müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. An­cak son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerine muvaffak ola­ma­ya­caklardı. Çünkü Resul-i Ekrem, daha henüz Ebû Süf­yan, Medine’ye gel­me­den, ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu:
 
 
“Ebû Süfyan, Hudeybiye Antlaşması’nı takviye etmek ve antlaşma müdde­tini uzatmak için yanınıza gelmek üzeredir! Fakat bu arzusuna nail olmadan öfkeyle geri dönecektir.”
 
 
EBÛ SÜFYAN VE KIZI
 
 
Ebû Süfyan, Medine’ye gelince, Müminlerin annesi peygamber Efendimizin hanımı Ebû süfyanın kızı Üm­mü Habibe’nin evine gitti.
 
 
Baba henüz iman etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Resul-i Ekrem’in pâk zevcesi...
 
Ebû Süfyan,  Allah Resulünün (sav) minderine oturmak istedi. Ümmü Habibe buna müsaade etmedi ve minderi çekip aldı. Ebû Süfyan, “Kızım” dedi. “Anlaya­madım! Sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?” diye sordu. Hz. Ümmü Habibe, “Bu, Allah Re­sul­ünün (sav) minderidir. Sen ise şirk içinde­sin! Senin gibi bir müşrikin Allah Re­su­lünün (sav) minderine oturmasına müsaade edemem!” diye cevap verdi.
 
 
Not devamı gelcek yazımda.
 
 
Kaynaklar:
 
 
(1) İmran Suresi,3/97
 
(2) Furkan Suresi,25/77
 
(3) Ebu Dâvud, İlm 10, (3661); Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Prof, İbrahim Canan, Hadi, No, (1751) cilt, 5, Sa, (491), Akçağ Yayınları, Feza Gazetecilik, A.ş, İst.
ICERIK_ARASI Reklam Alanı
Etiketler: #yazilar
SOL1 Reklam Alanı

YAZARIN DİĞER MAKALELERİ

MOBIL_UST Reklam Alanı
Alt Banner Reklamı