Zamanında bir deve kervanı Antalya’dan yola çıkar. Bir kış günü, gece vakti Seydişehir üzerinden Yalıhüyük’ e varır. Kervancı başına, “Bu vakitte buraya nasıl geldin?” diye sorarlar.
“Büyük bir ovanız var, onun üzerinden geçtik geldik” der kervancı. “Üzerinden geçip geldiğin yer, ova değil ki ? Buz tutmuş Suğla Gölü” cevabını alan kervancı şaşırır. Koşarak göle gider bakar. Gerçekten de donmuş bir göl. Hemen oracıkta bir devesini kurban ederek, sağ salim geçtikleri için şükreder.
Bugün Suğla’da çocuklar gibi şendik. Göl kenarındaki yol, kar nedeniyle kapalı olduğu içinSusuz köyünden, göle kadar yaklaşık yarım saat kadar yürüdük. Hava durumlarında hava güneşli gösteriyordu ama hafif bir kar yağışı rüzgarla birlikte bize eşlik etti.
Kervancının hesabı, gölü ova zannedip üzerinde sek sek oynadım. Çocukluktan kalma bir duygu. Çocuktuk. Siyah beyazdı televizyonlar. Tek kanal vardı. Haftada bir gün Türk sineması çıkardı. Pazar günleri de, pazar sinemasını hiç kaçırmazdık. Elekte mısır patlatır, yufka ekmek içine yoğurt sürer yerdik. Televizyonumuz siyah beyazdı ama oyunlarımız renkliydi. Sabahtan akşama kadar oyun oynar, bazen küser, bazen barışırdık. O zamanlar Suğla’nın adını bile bilmezdik. Küçüktük.
Suğla Gölü, uzun yıllardan sonra ilk defa böyle donuyor. Göldeki kayıklar mahsur kalmış. Biz zamanlar özgürlüklerine açılan sular, şimdi onları mahkum etmiş. Buz kalınlığı yaklaşık seksen santimetre olmuş.
Buzların çözmesi içinse havaların biraz ısınması gerekir. Hava ısınınca göldeki buzlar çözer de, peki gönüllerdeki buzlar ne zaman çözecek? Hangi mevsim, hangi gönlün buzunu eritir? Hangi ay, hangi gönle iyi gelir? Dört mevsim, on iki ay yeter mi buz tutan gönüllere? Oysa bir tebessümdür, mutlu eden insanı. Bazen de tatlı bir bakıştır beklenen. Esirgemeyin. Gül/ü/verin.