Üzerinde dert kelimesi yazılı kapıyı hele bir aralamaya görün, lodos görmüş hazan bahçeleri gibi katmer katmer dertlerin her taraftan savrulduğunu görürsünüz.
‘Dert’li deyimlerimize bakalım önce:
Dert ağlatır, aşk söyletir, dert anlatmak, dert babası, dert çekene göredir, dert değil, dert eğirmek, dert edinmek, derdi başından aşkın, derdi günü, derdine düşmek, derdini çekmek, derdini deşmek, derdini dökmek, derdine deva bulmak, derdini Marko Paşa’ya anlat, bin dereden su getirmek, derde duçar olmak…
Görüş alanımıza girenlerden birçoğunun bunlar gibi dert ağacından ilk önce düşüp gelenler olduğunu fark ediyoruz bu ilk bakışta. Deyimlerin ardından atasözleri ve şarkılar giriyor kadraja. Derdini söylemeyen derman bulamaz, dertlinin söylediğini deli söylemez…
Derdini söylemeyen derman bulamaz; lakin bu yani söylemek/anlatmak biliyoruz ki o kadar kolay değil; çünkü çoğu zaman dert anlatacak birMarko Paşa bulunmaz, Marko Paşa bulunsa anlatmaya yol, mecal bulunur mu bilinmez.Kolay olsaydıŞerif İçliHicaz makamında bestelediği şarkısında ifade ettiği gibi
“Derdimi ummana döktüm âsumâna inledim
Yâre de âğyâre de hal-i derûnum söyledim
Âşina yok derdime, ben söyledim ben dinledim
Gözlerim yollarda kaldı gelmedin çok bekledim” deyip inler miydi?
Derdini ummana değil de cümle cümle, mısra mısra kitaplarına anlatanlar da var ve bunlar o kadar çok ki say sayabilirsen!
İşte derdini, daha doğrusu derdimizi, dertlerimizi ‘Celi’ adını verdiği romanıyla anlatmaya çalışanlardan biri ilçemizin güzide okullarından Seyitharun AnadoluLisesi Edebiyat öğretmeni Ahmet Şener Bey.
Ahmet Bey, her yönüyle çok beğendiğim bu eserinin bir yerinde (Bölüm 11) Hz. Mevlana’nın vurguladığı gibi aynı dili konuşan insanlar arasında kendini bir yabancı gibi hisseden Münip kişisi aracılığıyla toplumsal yaralarımızdan bana göre en önemli olanına dokunmuştur.
Kahvede bir oyun masası… Oyuncuların konuşmalarına kulak verip onları anlamaya çalışan biri var ki bu evinde yarı zamanlı çalışmış, dışarıyla hele kahvehanelerle pek işi olmamış bir bezeme ustası yani illüstratörMünipGören’dir.
***
“Yalçın Bey, hadi bakalım harcı karmaya başla.”
“Yılmaz, her zamanki gibi değil mi?”
“Her zamanki gibi ne?”
“Yani her zamanki gibi kar.”
“Çamaşırcı gibi mi?”
“Anla artık doktor, taş kur diyor.”
“Sulandırmayın beyler, doktor kızıyor.”
“Onunki de oyun mu canım, taşeronluk yapıyor, bir de taş dizerken sanat icra eder, sanki ne olacaksa.”
“Aldırma sen Necati, takozuna bak, diz fayansını, sanatını yap.”
Münip, sahip olduğu dillerin hiçbirisine benzemeyen bu söyleşmenin her kelimesiyle bildiklerini anlamsız hale getiren bir Latin Amerika karnavalında hünerlerini satmaya çalışan uyumsuz ama gösterişli elbiseler içindeki rakkaselerin arasında kalmış gibi yabancı hissetti kendisini.Kahvedekilerin birinde bile boş bir bakış yoktu, hepsi bu lisanın tüm sırlarına vakıf olmanın iç huzuruyla donanmış, kah gülerek kah cevap vererek sohbete dâhil oluyorlardı. Doktor sahip olduğu hüneri, maliyeci ve tapucu bildiklerini sanki hep bugün için tahsil etmiş gibiydiler. Sahi dedi Münip, bir hekim kaç yılda yetişir bir hastaya derman olmaya. Şunca dar bir ömre sığdırılmış o kadar çok emeğin harman yeri burası mıdır diye düşündü. Hayatının dörtte üçünü fakültelerin koridorlarında tüketenler, mahkeme salonlarında ömürleri kısaltıp veya özgürlük bahşedenler, akşama kadar elindeki urganla en ağır yükleri gökdelenlere çekenler, bir ticaret tapınağında günün on iki saati boyunca almaya, giymeye, bozmaya, çürütmeye azimli inançlıların heveslerini körleyenler, özendirenler, okuduklarını dokuyanlar, aylaklar, ölümü özleyenler, gözleyenler, beygirbilimciler, futbolistler, her şeyi bilenler, daima dinleyenler, ayıranlar, bölenler ama kendisini asla bu grupta görmeyenler, dil bilimcilerin bile bilmediklerini bilen söylevbiliciler, stajyer zamanyiyiciler hepsi işte böylesi salonları mesken tutmuş olmalıydılar. Sadece onların diline sahip olamamanın verdiği bir tatlık şu an önünde koskoca bir engel olarak durmaktaydı.(Sh146)
Münip Gören, konuşmalara katılmaya ne kadar çabalasa da başarılı olamaz hatta masalarından uzaklaşmasını bile isteyenler olur. Kendisini onlardan ayıran bir şey olmaması gerektiğini düşünür; fakat Şevket Reis’in tembihine göre buralar düşünenler için uygun değildir:
“Düşünme fiilini terk etmek için geliyor insanlar buralara. Düşün-me!.. Doğrusu ben de bu eyleme ne zamandır bir mesafe koymuştum. Çok da iyi oluyor, tavsiye ederim. Daha sonra tekrar gelmeyi dilerseniz, kapının önüne bırakın cümle efkârınızı. Zaten bir defa bunu başarabilirsenizbakın buranın sadık bir mensubu olursunuz. Demedi demeyin sonra.”Sh.159
Okuyup bitirdiğim gün, son sayfasındaki boşluğa düştüğüm şu notla bitiriyorum: 20 bölümden oluşan bu eser nakış nakış örülmüş. Her nakşında insanı yüreğinden kavrayan bir dost eli, dipsiz kuyulara düşmüşlere sarkıtılan bir ip, zifiri karanlıkları aydınlatma istidadı taşıyan bir şule, donmuş taraflarımızı adeta hohlayarak ısıtıp kendine getirmek isteyen bir sıcaklık buldum sayfalar arasında. Sevgi, şefkat ve merhamete çok ihtiyacımız olduğunu nihayet bizi biz yapan kadim değerlerimizi, onlarsız üşüyen yüreklerimizin asla ısınamayacağını düşündüm.
Ahmet Şener kardeşimi tebrik ediyor, yüce Rabbimden şevkini artırmasını diliyorum.
Selamların en güzeliyle…
Hacı Halim Kartal/ 24 Kasım 2025

