Konya asırlardır Anadolu’nun en önemli kentlerinden birisi olmuştur. İlk yerleşkelerden Hititlere, onlardan Romalılara, onlardan Bizans ve Selçuklu’ya, en sonunda ise Osmanlılar ile bize yani Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalmış bir şehirdir. İsterseniz şehrimizin tarihini kısaca aktardıktan sonra sıla meselemize dönelim.
Konya sınırları içinde ilk yerleşke bu gün Çatalhöyük olarak bildiğimiz antik bir yerleşkedir. İlk tarıma dair emareler yine burada görülmektedir. İnsanlığın ilk yerleşik işlerini taşıması Konya’nın önemini artıran özelliklerinden olmuştur. Yerleşik yaşamdan sonra devletler ve imparatorluklar kurularak dünyanın dengesi değişmiş ve yeni çağlar başlamıştır. Bölgede birçok devlet kurulmuştur. Ama bunlardan en önemlisi elbette Hitit Krallığı’dır. Hititlerin başkenti Hattuşaş (Çorum) antik kenti olarak bildiğimiz yerdir. Lakin Hititlerin inançlı bir topluluk olması sebebiyle Anadolu’nun birçok yerine tapınaklar ve tanrılarına atfettikleri yapılar inşa etmişlerdir. İşte bunlardan birisi ve en sağlamı ve yine en görkemlilerinden olan Eflatunpınarı Hitit su anıtı Konya sınırlarındadır. Beyşehir’de bulunan bu yapı çok nadide bir eserdir. Bir havuz ve havuzun anıt kısmında ise Hitit tanrılarının kabartmalarının bulunduğu bir bölüm mevcuttur.
Hititlerin yıkılmasından sonra bölgede küçük krallıklar, ardından ise Pers İmparatorluğu yükseldi. Perslerin Yunanistan’a çıkmasından bir süre sonra İskender öncülüğünde Makedonların Anadolu’yu, ardından Suriye, Mısır ve İran’ı işgal etmesiyle Konya İskender’in hâkimiyetine girdi. Onun ölümüyle kumandanları arasında paylaşılan coğrafya hızla parçalandı ve yine küçük krallıklar oluşmaya başladı. İşte bu dönemde Batı’da yükselen Roma İmparatorluğu geniş bir Anadolu-Akdeniz harekâtı başlattı. Pompeus Magnus öncülüğünde Anadolu’nun bir kısmını ve dolaylı olarak da Konya’yı zapt ettiler. Romalılar Konya’yı bünyesinde barındırdığı müddetçe anıtlar ve eserler yaptılar. Bugün onlardan kalma bazı eserler Konya Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
Roma İmparatorluğu IV. yy’da büyük bir taht savaşına girdi. Bunu daha iyi anlamak için biraz geriye gitmemiz gerekiyor. Roma İmparatoru Diocletianus devletin daha iyi yönetilmesi için devlet yönetimini ikili bir yönetim biçimine çevirdi. Maximianus’u Batı’da (Roma), kendisi ise Doğu’da (İznik) imparatorluk görevini yapması için atadı. Ama kısa süre sonra başka bir stile geçildi. MS 293’te resmen ilan edilen bu yeni sistemin adı Tetrarşi yani dörtlü yönetimdi. Buna göre Batı ve Doğu’da birer Augustus, bunlara yardımcı olması için de birer Sezar olacaktı. Diocletianus İznik’te iken Maximianus Roma’da, Batı Sezarı Konstantius York şehrinde, Doğu Sezarı Galerius ise Balkanlar’da olacaktı. Bu sistem Diocletianus’un vefatına kadar devam etti. Onun ölümüyle Augustuslar ve Sezarlar imparatorluklarını ilan ederek savaşa başladılar. Batı Sezarı yaşlıydı ve dayanamayarak öldü. Onun yerine oğlu Konstantin savaşa devam etti. Tüm rakiplerini yenen Konstantin en sonunda mutlak imparator olarak taç giydi. Konstantin bu süreçte Hristiyanlığı kabul etmişti. Biraz bu sebeple biraz da siyasi sebeplerle yeni bir şehir kurma fikrine kapılarak bugünkü İstanbul’u kurdu. Bu başka bir yazının konusu.
Konstantin yeni şehrini kurduktan sonra annesi Helenia hac yapmak için izin istedi. Konstantin ise bunu zevkle kabul etti. Helenia yola koyuldu. Yolda düşkün gördüğü dindaşlarına yardımlar yaptı. İşte Konya’ya geldiğinde buradaki Hristiyanların mağaralarda ibadetlerini eda ettiklerini gördü. Buna üzülen kraliçe bir emir verdi. Roma İmparatorluğu’nun yapacağı ilk resmî kilise inşa edilecekti. Kısa sürede yapı tamamlandı. İsmi de Aya Helenia oldu. İşte Sille’de bulunan Aya Helenia Kilisesi’nin hikâyesi budur. Tabii bununla bitmedi. Asırlar asırları devirdi. Bu kilise artık ayakta duramıyordu. Yıkılmak üzereydi. Sille ahalisi devrin padişahı II. Mahmud’a durumu bildirdiler. Bunun üzerine Sultan Mahmud kilisenin tamir edilmesini emretti. Hatta kiliseye bir ikonostasis bile yaptırıyor. Bu yardımlar sonucu kiliseye bir tamir kitabesi ekleniyor. Burada da sultanın ismi çok net bir şekilde geçiyor. Latince/Grekçe bilmeyen bir kişi “Mahmud” ismini çok net bir şekilde görebilmektedir. Anlayacağınız bu kadar köklü bir kiliseye sahip çıkmış Sultan Mahmud. “Gavur” diyerek görmezden gelmemiş. Gelecekte ise bu kilise I. Dünya Savaşı’nda sıhhiye olarak kullanılıp Cumhuriyet devrinde müzeye çevrilecektir.Yazımı Sultan II. Mahmud’un şu sözüyle bitiriyor ve selamet diliyorum:
“Ben tebaamın Müslümanını camide, Hristiyanını kilisede, Musevisini de havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur.”
Mevlüt Han Çataler

