Seydişehir’in bir mahallesindeydik. Program biter bitmez, beraberindeki arkadaşın elini kolunu sallayarak, “Gel şu kahvede bir çay içelim!” demesiyle başladı her şey. Çınar ağaçlarının gölgesine serpilmiş masalar, serin bir rüzgâr, etrafta çekişen okey sesleri… Yabancı yüzler görünce hemen hemen ayaga kalkan Anadolu misafirperverliği: “Hoş geldiniz, buyurun!” Çaylar geldi, sohbet koyulaştı.
Ne iş yaptığım sorulunca, “Gazeteciyim” deyiverdim. Sözü hemen Bozkır yolundan geçerken gördüğüm manzaraya bağladım: “Bu mevsimde tarlaları ateşe veriyorsunuz. Duman göğe yükseliyor. Geçen gün bir çiftçi, yanan anızın içinde yavrularını korumaya çalışırken yanmış bir tilki videosu attı. Ciğerlerim sızladı. Niye yakıyorsunuz bunları? Topraktaki bütün canlıları, mikroorganizmaları kül ediyorsunuz!”
Karşımdaki adam, çayını yudumlayıp omuz silkti: “Yakmasak verim alamayız yegenim. Anız temizlenmeli!”
O an buz kestim. “Peki ya yanan ormanlar? Kıvılcımlar yerleşim yerlerine sıçrarken? Ciğerlerimiz yanarken?” diye sordum. Cevap hazırdı: “Bizi ilgilendirmez. Ekim yapılacak alan lazım!”
Yanımdaki arkadaş koluma dokundu: “Boş ver, anlatamazsın bunlara…” Kalktık gittik.
Yakan Sadece Anız Değil, Vicdanlardır!
Bu diyalog, Türkiye’nin kanayan yarasının özeti: Kısa vadeli çıkar uğruna, geleceği ateşe atan bir zihniyet! Anız yakmak, toprağı öldürmekle kalmaz, ekosistemi katleder. Peki ya çiftçiye alternatif öğretilse? Toprağı nasıl besleyeceği, anızı nasıl organik gübreye çevireceği anlatılsa?
Çözüm Basit:
✔ Bilinçlendirme: Tarım Bakanlığı’nın köy köy eğitim seferberliği.
✔ Denetim: Anız yakanlara ağır cezalar, sübvansiyonların kesilmesi.
✔ Alternatifler: Anızı toprağa karıştıran mekanik yöntemlerin teşviki.
O kahvedeki adamın “Yakarız!” diyen tavrı, aslında “Yandık!” demenin itirafıydı. Bu yangını söndürmek, hepimizin elinde.
Son Söz:
“Ateşle oynayan, yarın küllerinden doğamaz.”

