BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

Eylüldü vakitlerden. Hani gelinmeyecek gitmelerin, ufkun ardında beklemelerin fazlasıyla mevcut olduğu vakit.

Sebepsiz bir hüzün vardır çehrelerde. Rüzgarın kollarında salınan her yaprak hışırtısında, ömre, sızlayan bir kırık çöreklenir. Kırıkta sızı olur mu ki? Şayet içinde hayal kırıklıkları gözlerin demine oturduysa, neden olmasın?! Yüreği demli derim ben; acıyı katmer katmer üstüne yoğurup da gözlerinin en dibine gömen, yüreğinde demleyip de hüznün tiryakisi olan şahs-ı muhteremlere. Eylülün bir adı da beklemek. Beklenenin beklendiği demlerin, kavuşmaya dönüşeceği arzusuyla beklemek. Sonunda kavuşmalar olsa da olmasa da beklemenin kendisi de bir mânâ esasen. Benliğinden sıyrılıp da ben’ine erişmek, bu beklemelerin altında gizli. Hani vakti gelip de toprağa düşen yaprak misali… Zâhirde toprağa kavuşma gibi gözükse de bu örgü, mânâda benliğinden sıyrılıp esas ben’ini kuşanmayı tefekkür etmek icap eder. Bu kavuşma yaprağın ömür defterinde yazılıydı belki de ama kıvamına gelip de düşmeyi bekleyebildiği için de bir nebzelik gayreti, takdire şayan doğrusu. İnsan da bu güz yaprağının düşmesindeki gayreti, düşünmekle elde ettiği zaman esas beklemenin mânâsına erebilir belki de.

            Bütün bu güz tefekkürlerinin hemdem olduğu ikindi vakti bir bastonun tok sesi geliyordu. Toprak yola vuran gölgeler uzun ve inceydi. Ağır-aksak ilerleyen bu gölge dimdik gözükse de beli bükülmüş bir ihtiyara aitti. Zâhirde uzun uzadıya, selvi ağacı gibi dimdik ama gel gör ki hayata bükülmüş beliyle itaatsizlik eden cismani hatlardan ibaret. Tozlu dağların ardında huzmelerini toplayan güneş son bir kıyak geçercesine yavaşlıyor veda ederken. İkindi üstü bir sessizlik çöker ya meydana, öyle bir sessizlik işte. Sadece baston seslerinden ibaret bütün ikindi.

            Evin önündeki taşa oturan genç adam epeydir beklemişçesine bir edayla bakıyordu tepedeki toprak yola. Pantolonun paçaları ince kumun tozuyla kaplanmıştı. Siyah kunduraları çoktan parlaklığını yitirmişti. Anlaşılan uzun yoldan gelmişti. Saçları terden alnına yapışmış, dudakları susuzluktan çatlamıştı. Kapı tokmağına vardı, düşündü uzun uzun. Ürkek bir edayla kapıya vurdu, içerden ses gelmeyince yumruğu tekrar vurup vurmamak konusunda tereddütteydi. Ardında bıraktığı kapıya ikinci sefer vurma hakkını kendinde görmüyordu. Bu düpedüz hadsizlik olurdu aklınca. Oracıkta duran taşı iskemle niyetine kullanmaya karar verdi. İkindi sıcaklığına rağmen bir soğukluk vardı bu köhne evde. Taş duvarlar acının mesken edindiği bir enkaz gibiydi. Kimselerin uğramadığı, pencerelere ağ örmüş örümceklerden belliydi. Bahçedeki kuruyan çiçeklerin tomurcukları yabani otlar arasından seçilmiyordu bile. Bu evin bir misafiri vardı, o da hüzündü. Perdeler odalara güneşin sokulmaması için çekilmiş gibiydi âdeta. Gün görmeyi hak etmemişti sanki duvarlar, üstünde emeği olan dokunuşların karşısında. Belki de bu badanalı yüzeylerde eskiyi görmemek için açılmıyordu perdeler. Bütün bunlar genç adamın beynine hücum edince kalktı bir an. Arkasını döndü eve, hızlı parmak hareketiyle yaşları yanağına inmeden siliverdi. Ağlamaya dahi hakkı yokmuşçasına küçüldü olduğu yerde. Büzülen omuzlarını sarıp sarmalayacak kanatları, çoktan terk etmişti bir zamanlar. Hem de anasının diz çöküp de selsebil olan bütün yakarışlarını ardında bırakarak.

            İhtiyar ağır ve aksak adımlarıyla nihayet göründü toprak yolda. Mestini içine giydiği lastik ayakkabı yılların tozunu yutmuş da yitiğini bulamamış gibi yorgundu. Gözlerinin feri içine akmıştı yüreğiyle görebilmek için. Adımının ötesine geçmezdi bakışları. Tüy dahi konmamış ceketiyle mühim bir yerden geldiği belli oluyordu, senelerdir gardropta özenle saklandığı her hâlinden belliydi ceketin. Yıpranan ekose kasketse ‘başımın üstünde yerin var’ dercesine hiç çıkarılmamıştı neredeyse. Ama ihtiyarda omuzlarına oturmuş başka bir yük vardı bugün. Gözlerinin buğusu yanaklarını ıslatmıştı. Her zaman aksi ihtiyar bakışları fırlatan bu gözler, bu yoldan gelirken dizlerine kapanıp da ağlayan bir çocuğa dönüyordu. Çünkü bir tek bu yoldan gelirken kıymık gibi batıyordu acısı. Omzuna güz yağmurlarının yağıp da altına sığınacağı ağacın toprak olduğunu anlamak, bu yoldan gelirken daha keskin hâle geliyordu. Ömür arkadaşına veda etmek yüreğine ağır geliyordu.

            Evine yaklaşırken yüzü buz kesti ihtiyarın. Gelmesinden hoşnut olunmayan bir yolcuydu. Yıllar öncesinden ana-babasının yüreğini çiğneyip olmayacak heveslerinin yolundan gittiği bir yolcu. Ardından tek bir yaş dahi akıtmamaya ant içen bir baba her sene, aynı gün bu yolcunun adımlarını görür toprak yolda. Ardında bırakılanlar, yürünen yol ve yol arkadaşı bu yolculukta mühimdir. Genç adam olmayacak hırs, zenginlik ve yürünmeyecek yol için yurtdışına çıkmıştır ezip de ardında bıraktıklarına aldırmadan. Yanlış bir kararın keskin hükmünü en çok bu vakitte hissediyordu. Çünkü ardına bakmadan terk ettiği anasını bu vakitte yitirmişti. Yaban ellerde olduğundan ne günden güne yiten sesini duymuştu ne de cenaze haberini alabilmişti. Komşulardan duymuştu eriyen bedeninin sıskalaştığını, sesinin ağıt yakmaktan yorulduğunu ve gözlerindeki özlemin derinleştiğini. İhtiyarı görür görmez nizami bir duruşa geçti genç adam. Ensesi bükük, cezasını çekmeyi bekleyen bir hükümlü gibiydi. İhtiyarın suratı asıldı ve görmezden gelerek bir hışımla kapıya doğru yol aldı. Genç adam bu sefer kararlıydı. Dokuz senedir aşındırdığı bu kapıdan sürünerek de olsa girmeyi aklına koymuştu. Her defasında yüzüne dahi bakılmadan yokluğuna alışılmış gibi gösterilmesi genç adamı üzse de bu tavrın yüzlerce katını kendine her gün kırbaç niyetine kesmekteydi.

 Devamı gelecek…

 Ümmühan Dündar

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.