Mesele anlaşmazlıklarımız.
Anlamaya ve tabii ki anlaşmaya ayarlı bir toplumsal yapı inşasına olan ihtiyacımız, her depremde hatırladığımız kentsel dönüşüm ihtiyacımız kadar önem arz ediyor diye düşünüyorum.
‘Sözün tamamı deliye söylenir’ derlerdi söz meclislerinde sözün ve söyleyişin ustaları. Dinleyenler konuşanın leb demeden leblebi diyeceğini anlarlardı. Hal dili, kal dilinden daha etkili olurdu çoğu zaman. Bir bakış, bir gülüş, bir işaret yeterdi kimi zaman birçok şeyi anlatmaya.
Kuruyan çeşmelerimiz, ırmaklarımız, göllerimiz gibi beşeri insan kılan en önemli hasletlerimizden biri olan feraset damarlarımız yani anlama çabamız da kurudu her halde artan kuraklıkla birlikte.
Öyle ki mesela kavşaklara konulan kocaman uyarı levhalarından ‘Dur’ ihtarıyla dikilip duranartık durmamıza yetmediğini görebiliyoruz.
Birazcık anlamak yahut karşımızdakine anlayış göstermek gibi inceliklerin; yerlerini çok hızlı bir şekilde tahammülsüzlüğe, kabalığa bırakıp gittiği zamanları yaşıyoruz vahşi kapitalizme güç vererek el birliğiyle yaşanmaz hale getirdiğimiz kentlerimizde. Her yere onunla gitmeye kendimizi şartlandırdığımız için her şeyi ful, pahalı araçlarımızın esiriyiz; boğuluyoruz...
***
Yolumun üstündeki marketin önündeki park yerine aracımı park edip içeri giriyorum. Uzun sürmüyor ihtiyacım olan şeyleri alıp dışarı çıkmak. Dışarı çıkıyorum; lakin gidemiyorum; çünkü tam arkamda yola çıkmamı engelleyen iki araç duruyor. Market kapısına yakın bir yerde durduklarına göre acil bir ihtiyaç için durduklarını, birkaç dakika içinde gideceklerini filan düşünüyor, beklemeye koyuluyorum; lakin gelmiyorlar. Yolla hemzemin olan markette iseler belki fark ederler diye farları açıp kapatıyorum; olmuyor. Hiç hoşlanmadığım halde beklemekten sıkıldığımı klaksonu kullanarak anlatmaya çalışıyorum; yok. Dışarı çıkanların her birine beni bulunduğum yere esir eden araca yönelecek mi diye bakıyorum; faydasız. Son bir umutla markete girip kasaların bulunduğu yerden hatalı park edilen iki araçtan birinin markasını belirterek çekmesini söylüyorum ortaya. Dönüp bakan olmayınca tekrar aracımın yanına dönüyorum.
İşte o arada birisi uyarmış olmalı ki son derece rahat tavırlarla bir bayanın yaklaştığını görüyorum arkamdaki araca. ‘Amca kusura bakma, …’ gibi bir şeyler duyacağımı bekliyorum; fakat hitap kelimesinin ardına dizdiği kelimelerden oluşan cümle yüzüme taş gibi çarpıyor… ‘Amca, benim aracımın markası senin söylediğin değil ki!’ diyor gereksiz yere rahatı kaçırılmış olanların kızgınlığıyla. Bakıyorum, hanımefendinin umursadığı şey, aracını yanlış park ettiği için başkasına verdiği rahatsızlık değil. Tavrıyla, duruşuyla aracının isminin yanlış söylenmesi sebebiyle karşısındakini suçlamaya hazır biri var ve bu yanlışımdan dolayı benim özür beyanında bulunmamı bekliyor. Söyleyecek bir şey bulamıyorum.
Güzelim ilçemizde işlek caddelerden birinde her gün yaşanan durumlardan olduğu için birileri için bu anormallikler normalleşmiş bile olabilir. Ez kaza münasip bir dille uyaracak olsan, ‘Ne var bunda canım, bekleyiver, patlamadın ya! Bizim de işimiz var nihayet, yatıya gelmedik ya buraya, gideceğiz işte!’ bile diyebilecektinette insanlarla karşılaşmak hiç de sürpriz olmaz her halde.
Nitekim bir ramazan günü benzer şekilde iftara yakın bir saatte Seyidharun Bulvarı’nda yarım saatten fazla mahsur kaldığımı unutmuyorum. Civardaki iş yerlerinde o kadar arayış ve beyhude bekleyişten sonra genç birisi geliyor yola paralel şekilde durdurulduğu için çıkabilmemi engelleyen aracın yanına. Kapısını açıyor, kendisine dikkatlice baktığımı fark edince de ‘Ne yapayım, park edecek yer yoktu’ deyip gidiyor. La havle çekip ben de gidiyorum üzgün, hırpalanmış…
İz’an, insaf, itidal gibi kelimelerimiz vardı ilişkilerimizde bizi daha ölçülü ne bileyim daha dengeli, daha anlayışlı nihayet daha insan kılan. Onları sözlüklerde unuttuğumuzdan beridir bir hatırlatan olsa da artık ne halden anlıyor ne birbirimizi anlamaya çalışıyoruz.
Ne geçim derdi, ne şehirleri yaşanmaz hale getiren trafik karmaşası; ne işsizlik, ne enflasyon… Bana göre en önemli sorunlarımızın başında anlamak ve anlatmak daha doğrusu anlamamak-anlatamamak gelmektedir.
Öyle olmasaydı Türk Sanat Müziğinin unutulmazlarından merhum Zeki Müren yıllarca yalvar yakar:
“Ne olur anla beni
Koyma bu canla beni
Onmaz yaralarım var
Acıma dağla beni” diye feryat etmezdi.
Önce insafımız, iz’anımız, birbirimizi anlama damarlarımız kurudu, sora derelerimiz, ırmaklarımız, göllerimiz…
Her şeyimiz kurudu…
Biz kuruttuk, biz!
Selamların en güzeliyle…
Hacı Halim Kartal/ 01 Eylül 2025

