BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

İnsanın yeryüzü macerasında yılanlar ve yalanlar o kadar yer tutmuştur ki bu konuda anlatılan hikâyeler, yalan yanlış rivayetler, sözler toplansa ciltler dolusu bir külliyat oluşturulabilir her halde.

        Şu atasözleri bile bu iç içeliğe dair bir fikir vermeye yetmektedir:

        Sevda geçer, yalan olur; sonra sokar, yılan olur.

El eliyle yılan tutan, yarısını yalan tutar.

Yılanın sevmediği ot deliğinin dibinde biter.

Denize düşen yılana sarılır.

Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.

Talihsiz hacıyı deve üstünde yılan sokar.

        İlk iki sözde yılanla yalanın birlikte kullanılmasından hareketle şöyle farazi bir soru sorarak düşünce geliştirebilir miyiz?    

        Yalanlarla yaşamak mı daha zordur yılanlarla mı?

        İnsanı böyle bir sorunun eşiğine sürükleyen şeyin özgül ağırlığına bakınca cevabı da baştan verilmiş oluyor aslında.

        Yılanlarla yaşamaya zorlanan insan, onlardan gelebilecek belli tehlikelere karşı refleks geliştirebilir, alacağı basit tedbirlerle bir şekilde korunabilir; lakin yalanlara karşı o kadar şanslı olabileceğini düşünemiyorum. Yılanlarla yaşamak zorunda kalan insanın maruz kalabileceği en büyük tehlike yılan sokmalarıdır ki bu tür vakaların doğal uzantısı olan en kötü netice ölümdür; lakin yalanlarla yaşayanı bir ölüm kurtarmaz. O neredeyse her gün her saat türlü işkenceler çekerek ölür.

        Bu ölümden beter işkenceler; daha çok yalan söylemeyi, yalan dolanla insanları kandırmayı hayat tarzı haline getirenler için değil, içine hakikat kırıntıları serpiştirilmiş yalanlara sistematik şekilde maruz kalanlar açısından bahis konusu olabilir; zira yaşadığı toplumda inanma ve güvenme ihtiyacı sürekli sarsıntılar geçiren insan için ‘huzur’ kızgın çöllerde görülen seraptan ibarettir.

        Denir ki bir yalan dört doğruyu götürür:

               

İyilik, güven, sadakat, huzur.

Bunların sıfırlandığı bir dünyada yaşama neresinden tutunabilir ki insan?

Bugün bir anket yapılsa ‘Kime iyilik ettimse kötülük gördüm!’ diyenlerin oranı ne çıkar acaba? Güven konusu da öyle değil mi? ‘Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!’ sözünü ne çok duyarız çevremizde bu kelime henüz dudaklardan dökülmeden!

İyilik etmeyeceğiz, kimseye güvenmeyeceğiz, dost bildiğimiz insanların sadakatinden emin olamayacağız bir yerde huzur tek başına barınabilecek mi?

Meşhur hikâyedir bilirsiniz…

Adam atıyla çölde bir yerden bir yere giderken yolu üzerinde birisinin sanki ağır hasta veya yaralanmış gibi yattığını görür. Öyle bir hal ki geçip gidemez ‘bana ne’ diyerek insanlık icabı. Atından inip yardım etmek isterken yerde boylu boyunca yatmakta olan adam ok gibi fırlar ve kim olursa olsun iyilik etmekten başka bir düşüncesi olmayan yolcunun atına bindiği gibi kaçıp gider. Meğer kendisine hasta veya yaralı görüntüsü veren adam, insanlardaki iyilik düşüncesini kısa günün karına tahvil etmekte ustalık kazanmış düzenbaz bir çöl eşkıyasıdır.

İyilik etmek isterken çölün ortasında atından olan adamın asıl üzüntüsü atını kaybetmesinden daha çok, olayın insanlar üzerinde bırakacağı olumsuz etkidir. Bundan sonra kimsenin yolda kalmış birine benzer bir durumla karşılaşmamak için asla yardım etmeye yanaşmayacağına üzülür.

‘İyilik gariptir’ denilmiştir. Garipliği neticesinin genelleme yapmayı gerektirecek çapta olmasa bile hikâyedeki gibi örneklerin beyinlerde çığ gibi büyüyen psikolojik etkilerinden gelmektedir. Öyle ki bu olumsuz etkiyle söylenmiş atasözlerine bile rastlamak mümkündür:

İyiliğe iyilik olsaydı koca öküze bıçak olmazdı.

Bir de sistematik şekilde yalanlara yaşamaya alıştırılmamız var ki nedeni sömürünün her şekline itiraz edecek bir el kalmasın. İşin kitlesel boyuta nasıl taşındığını Nazım Hikmet’in ‘Ellerinize Ve Yalana Dair’ isimli şiirinde görüyoruz:

“İnsanlarım, ah, benim insanlarım,

 …
Antenler yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
söz yalan söylüyorsa,
ellerinizden başka her şey
                    herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
                                    elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
            bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
            bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”

Yalanı kazanç kapısı haline getirip insanların iyilik damarlarını, merhamet duygularını sömüren istismarcılar insanın olduğu her yerde her zaman vardır, kıyamete kadar da var olacaktır.

Hal böyle iken yapacağımız ne? İstismarcılar var diye iyilik, merhamet, insanlık kapılarını bir damla suya, bir lokma ekmeğe, nihayet küçük bir dokunuşa gerçekten muhtaç olanlara sımsıkı kapamak mı?

Elbette hayır.

İyilik, güven, sadakat, huzur…

Bir yalanla nerelerimize ateş edildiğine, nelerin yıkılmak istendiğine bakar mısınız?

İyiliklerimizi, hayırlarımızı, sadakatin tanığı sakalarımızı çoğaltmakla yükümlüyüz. Bir yalan içinde huzurun bulunduğu erdemli bir hayatın dört sütunu yok ediyorsa, onları yeniden ayağa kaldırmak için daha çok iyilik, daha çok güven, daha çok sadakat/sadaka konusunda Rabbimizin buyruğu gereği bir yarışa başlamalıyız. Yol ise Allah’ın resulü Peygamberimizin gösterdiği şekilde bellidir:

“Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür.”

Selamların en güzeliyle…

Hacı Halim Kartal/ 18 Nisan 22 (17 Ramazan)

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.