BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

Bu sabah aracımdaki radyonun her zaman açık olan kanalının birden frekansı değişerek etkileyici bir fon eşliğinde seslendirilen içinde ‘hala’, ‘küpeler’, ‘şiir’, ‘ekmek’, ‘su’,‘ ‘kapitalizm’, ‘din’ vb. kelimelerin sıkça kullanıldığı deneme-hikâye tadında değişik, her cümlesi insanın içine işleyen bir metin dinledim.

        Dinledim ve etkilendim…

        Bu etki ile sahibini merak ederek ilerleyince bu nefis metnin sahibinin Serdar Tuncer olduğunu, Yeni Şafak’ta yazdığı sıralar ta 18 Ocak 2018’de ‘Halamın Küpeleri’  başlığıyla yayımlandığını; lakin zamanında bir şekilde fark edemediğimiz birçok güzel şey gibi atlamış olduğumu düşündüm.

        Bir reklam filminden etkilenilerek kaleme alınmış bu metin, her kelimesi, her cümlesi maksadı en etkili biçimde anlatmak üzere anlaşıp kaynaşmış, adeta demini almış, hisli bir yürekten çoraklaşmış topraklara dönen gönüllere usulca bırakılan rahmet damlaları gibiydi benim için.

        Genç kızla halasının şu konuşmasıyla başlıyor yazı:

        “Hanım kız mahcup bir eda ile ‘canım halacığım’ diyor, yıllar evvel bana aldığın o küpeler vardı ya hani, tekini de kaybetmiştim. Ben onu aldım, ışıl ışıl bir tektaş kolyeyle değiştirdim.

İyi halt ettin!”

        Son zamanlarda döviz fiyatlarındaki tırmanış ve artan zamlarla birlikte ufkumuzu doldurmaya başlayan seslere bakıca kendi ellerimizle, kendi irademizle içine iyice hapsolduğumuz kapitalizmin modern insan için inşa ettiği yeni ‘mabet’lerde an be an huzursuzluğumuzu artırmaktan başka bir şey yapamaz hale geldiğimizi düşündüm. Galiba en iyisi bana göre bizi kendimizi bile tanıyamaz hale getirecek kadar değiştiren bu ‘mabet’lerden başarabilirsek kaçmak.

        Önce Tuncer’in bu derdi acilen gündeme taşımamız gerektiğini düşündüren tespitlerine bakalım:

        “Kapitalizm bir din. İbadeti tüketmek, mabedi AVM’ler, azizi pop figürler, çağrısı reklamlar, minaresi reklam panoları, çan kulesi ekranlar, ağlama duvarı elma storlar, sevabı harcamak, günahı yetinmek, kutsalı kutsal tanımamak olan enteresan bir din. Hayatın her alanına dair teklifi olan bu Allahsız din, tıpkı bir afyon gibi bizi kendisinin bağımlısı kılıyor. Çerçevemizi çiziyor, statümüzü belirliyor, değer yargılarımızı tespit ediyor ve nihayet bizi kendimizden başka bir şeye dönüştürüyor.

Bu dine iman ettiğiniz anda mesele sizinle cebinizdeki paranın münasebeti olmaktan öteye taşınıyor. İnsana, eşyaya, hadiseye, varlığa, değere bakışınızı ister istemez yeni dininizin perspektifi şekillendiriyor. Ne yerde bulduğunuz ekmeği öpüp başa götürmeye gerek kalıyor ne de bir dereden bile abdest alırken suyu israf etmemeye hâcet. Suyun âb-ı leziz, ekmeğin nân-ı aziz olduğu devirler geride kalmıştır artık, geçmişler olsun.

Elden giden ekmek ve su olmuyor sadece, hayatta kalmak için zaruri ihtiyacı olan bu iki nimete tüketim malzemesi gözüyle bakan insan, hayata dokunan her şeyi yeni baştan tanımlamaya başlıyor. Doğruyu, iyiyi, güzeli, sevgiyi, vefayı, nezaketi, sadakati, hatırayı, ahlakı, her bir şeyi yeni baştan tarif ediyor, farkına bile varmadan. Sevgiliye; “Yaşama sebebimsin, su kadar, ekmek kadar” diye seslenen şiirler çekiliyor hayattan ve sevgiler, sevgililer tüketilen, dahası tüketilmesi gereken bir şeyler haline geliyor. E şimdi bu hanım kızcağız halasının küpesini o tektaşla değiştirmesin de ne yapsın?”

Adını anmaya değmez bir tescilli bir alçak kaçıp saklandığı ülkeden son günlerin yoğun gündemine şu kabil bir yorumla benzin döküyor: “Şimdi bu iktisadi kriz, siyasi krize evirilmeli ve ardından bir erken seçim kaçınılmaz hale getirilmelidir.”

        Peynir almak için girdiğim dükkândaki görevli, almak istediğim ürünün fiyatını sorar sormaz, beklediğim cevabı vermek yerine gereksiz cümlelerle ukalalık yapıyor: Bu memlekette yaşanmazmış, saraylarda israf içinde yaşanırken dövizdeki artış da, zamlar da önlenemezmiş. Kendi halkını düşünmüyorlar, Afrika’ya para harcıyorlarmış…

        Yahu, hele bi dur! Bir de farklı pencerelerden bak! Belki senin söylediğin gibi değildir, ne biliyorsun? Kapıya yöneliyorum, adam konuşmaya devam ediyor.

        Gazeteye bakıyorum: Siyasi partilerimizden birinin başkanı 28 Şubat’ın sorumlusu olan bazı generallerin tutuklanmalarını içine sindiremediğini söylemiş. Bir başkası mitinglerden, sokaklardan bahsediyor. Kandil’in diliyle selam çakıyor.

        Kâinatımızı dolduran seslerde gürültü ve kakafoni her geçen gün daha çok artış kaydediyor. Kuş cıvıtılarını nerdeyse duymuyoruz. Gökhan Özcan Güz Düşünceleri’nde “Kuru bir yaprağın dalından nazlı nazlı süzülüşündeki pürahenk besteyi işitebiliyor muyuz?” diye sormuş mesela.  Necip Fazıl Kısakürek Bahçedeki İhtiyar şiirinde  “Yapraktan saçını yerler yaymış/ Sonbahar ağlıyor ayaklarında” derken hikmetlerle dolu tabiat kitabından tamamen kopmadığımız zamanların kulak verilen, verilince de duyulabilen sesleri olduğunu ne güzel düşündürmüştür!

        İçine hapsoldukça kaybolduğumuz ‘mabet’lerden doğaya, doğamıza Rabbimizin içimize yerleştirdiği iyi ve güzel olana ‘fıtrat’a firar etmedikçe içimizi huzurla dolduran renklerden de seslerden de daha çok mahrum kalacağız demektir.

        Selamların en güzeliyle…

        Hacı Halim kartal/29 Kasım 2021    

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.